1. Anasayfa
  2. Danıştay Kararları

Belediyelerin Depremden Kaynaklanan Sorumlulukları Hakkında Danıştay Kararları


Danıştay 10. Dairesi, E: 2005/9126, K: 2007/3069 (Depremden kaynaklanan sorumluluk nedeniyle idare aleyhine açılacak davalarda sürenin 2577/13. maddeye göre belirleneceği)

Özeti: Davacıların 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen deprem dolayısıyla uğradıkları zararın, sadece idari işlem sebebiyle değil, aynı zamanda idarenin önlem alma ve denetim görevlerini de yerine getirmemesinden, başka bir ifadeyle hareketsiz kalmasından kaynaklandığı göz önünde bulundurulduğunda, bakılmakta olan davada, dava açma süresinin 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 13. maddesi uyarınca hesaplanması gerektiği hakkında.

Dava; 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen depremde, Sakarya Sosyal Sigortalar Kurumu il Müdürlüğü’nde  görev yapmakta olan davacılardan …  adına sıra tahsisli lojmanın yıkılması sonucu davacıların kızının hayatını  kaybettiği, ayrıca  lojmanda bulunan eşyalarının enkaz altında kaldığı belirtilerek, olay nedeniyle uğradıklarını  ileri sürdükleri 15.000 YTL  maddi, 60.000 YTL  manevi olmak üzere toplam 75.000 YTL zararın olay tarihinden itibaren işletilecek yasal faziyle birlikte tazmini istemiyle  açılmıştır.

Sakarya 2. İdare Mahkemesince; dava dilekçesinde, zararın, davalı idarelerce yapının bulunduğu bölgenin birinci  derece deprem bölgesi olmasına  rağmen imar  planları ile yerleşime açılması, imar planlarında yapılaşma şartları belirlenirken bölgenin özelliklerinin dikkate alınmaması, yapı kullanım ruhsatı verilen yapıların mevzuata ve projesine uygun olarak yapılıp yapılmadığının kontrol edilmemesi sebebiyle doğduğu iddia edildiğinden, tazmini istenen zararın, 3194 sayılı Yasa ve ilgili Yönetmelik uyarınca imar planı yapmak, inşaat ruhsatı  vermek, projeyi tasdik etmek, yapılaşmayı kontrol etmek, yapı kullanma izni vermek gibi idari işlemlerden kaynaklanması dolayısıyla, dava açma süresinin 2577 sayılı Yasa’nın 12. maddesine göre hesaplanması gerektiği; buna göre, söz konusu işlemler dolayısıyla  oluşan, fakat bu işlemlerin icra tarihinde değil, deprem tarihinde meydana gelen zararın tazmini istemiyle, deprem tarihi  olan 17.8.1999 tarihinden itibaren  60 gün içinde  ya da  2577 sayılı Yasa’nın 11 maddesi kapsamında yapılan  başvuru üzerine verilecek cevabın tebliğinden itibaren kalan sürede dava açılması gerekirken, bu süre  geçirildikten sonra 30.11.2000  tarihinde  açılan  davada süre aşımı  bulunduğu; ayrıca davalı idareye  2.8.2000  tarihinde zararların tazmini istemiyle yapılan  başvurunun da dava açma süresini  ihya etmeyeceği gerekçesiyle davanın süre aşımı yönünden reddine karar  verilmiştir.

Davacı tarafından; anılan mahkeme kararının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek temyizen incelenip bozulması  istenilmektedir.

Anayasa’nın 125. maddesinin 1. fıkrasında; idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu, son fıkrasında da, idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu hükme bağlanmıştır.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2. maddesinde de; idarenin eylem ve işlemlerinden dolayı hakları muhtel olan kişiler tarafından tam yargı davası açılabileceği düzenlenmiştir.

İdari işlemler ve bu işlemlerin uygulanması ile idari eylemler sonucu meydana gelen hak ihlallerinin giderilmesi istemiyle açılacak tam yargı davalarına yönelik olarak 2577 sayılı Yasada ayrı usul hükümleri ve farklı dava açma süreleri öngörülmüştür. Yasanın 13. maddesi uyarınca, idari eylemler nedeniyle uğranılan zararın tazmini için bu eylemlerin yazılı bildirimi üzerine veya başka suretle öğrenildiği tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurularak, başvurunun kısmen, tamamen veya zımnen reddi halinde bu tarihten itibaren dava açma süresi içinde dava açılması gerekirken; 12. maddede yer alan düzenleme uyarınca; idari işlemlerin yol açtığı hak kayıplarının giderilmesinin istenilmesi halinde ise doğrudan doğruya tam yargı davası  veya iptal ve tam yargı davasının açılması veya ilk önce iptal davası açılarak bu davanın karara bağlanması üzerine veya işlemin icrası nedeniyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava süresi içerisinde tam yargı davasının açılması gerekmektedir. 2577 sayılı Yasadaki bu farklı düzenleme nedeniyle öncelikle  zarara yol açtığı öne sürülen tasarrufların nitelendirilmesi, idari işlem mi yoksa idari eylem mi olduklarının belirlenmesi gerekmektedir.

İdari işlemler, idari makam ve mercilerin idari faaliyet alanında idare hukuku çerçevesinde, tek taraflı irade açıklamasıyla hukuk aleminde sonuç doğuran kesin ve yürütülmesi zorunlu nitelikte tasarruflardır. İdarenin, temelinde bir idari karar veya işlem olmayan veya bir idari sözleşmeye dayanmayan her türlü  faaliyeti (fizik alanında görülen iş, hareket, ameliye ve çalışmalar) veya hareketsiz kalması ise idari eylem olarak tanımlanmaktadır. İdari işlemlerin, hukuk aleminde değişiklik, yenilik doğuran irade açıklamaları olmalarına karşın; idari eylemler, sadece ilgililerin hak ve yetkilerini kullanmaları koşuluyla hukuki etki ve sonuç doğurmaktadırlar.

Dosyanın incelenmesinden; Sakarya Sosyal Sigortalar il Müdürlüğü’nde görev yapmakta olan davacılardan … adına sıra tahsisli lojmanın  17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen depremde tamamen yıkıldığı, enkaz altında kalan davacıların kızının hayatını kaybettiği, ayrıca evlerinde bulunan tüm eşyanın da enkaz altında kaldığı belirtilerek; lojmanın bulunduğu  bölgenin birinci derece afet bölgesi  olduğu ve bu çerçevede  teknik ve projelendirme esaslarına uygun inşa edilmesi gerektiği; ancak, lojmanların davalı idarece, gerekli nitelikleri taşıyıp taşımadığı hususunda  denetim yapılmaksızın satın alındığı, ayrıca, binada depreme karşı hiç bir önlem alınmadığı ve lojmanın bu haliyle tahsis edildiği, uğranılan zararın mücbir sebep olan depremden değil, idarenin hizmet  kusurundan kaynaklandığı ileri sürülerek maddi ve manevi zararların tazmini istemiyle 2.8.2000 tarihinde davalı idareye başvurulduğu, başvurunun zımnen reddi üzerine de  30.11.2000 tarihinde bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.

Bilindiği gibi, ülkemiz, jeolojik ve topoğrafik yapısı nedeniyle büyük can ve mal kayıplarına yol açan deprem felaketleriyle sık sık karşılaşan ülkelerin başında gelmektedir. Afetlerin önlenmesi ve zararların azaltılması amacıyla alınması gereken tedbirleri araştırmak, bu konudaki temel hedef ve politikaları belirlemek, ülke içindeki bilimsel, teknik ve idari çalışmaları koordine etmek, ortak sonuçları tüzük, yönetmelik, talimat ve eğitim yoluyla uygulamaya aktarmak ve denetlemek, afet zararlarının azaltılması amacıyla ulusal ve uluslararası işbirliği, proje ve programları oluşturmak, elde edilen sonuçları uygulamaya aktarmak, afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı veya ikamet için yasaklanmış afet bölgelerini tespit ve ilan etmek, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini ve projelendirme esaslarını tespit etmek, depremleri ve etkilerini incelemek, elde edilen sonuçlara göre deprem katalogları ve ülkenin deprem haritalarını hazırlamak ve geliştirmek ve depremlerden dolayı hasar görmüş yapıların takviye ve onarım yöntemleriyle ilgili çalışmalar yapmak Devletin görev, yetki ve sorumlulukları arasında bulunmaktadır. Deprem olgusunun, doğal bir olay olarak ortaya çıkmasının yanında, idarece gerçekleştirilecek uygulamalarla doğabilecek zararların önlenmesi, hatta ortadan kaldırılması mümkündür. Başka bir anlatımla, depremin nerede, ne zaman ve hangi büyüklükte olacağı öngörülememekle birlikte, depremin yaratacağı olumsuz sonuçların öngörülebilir olduğu ve oluşacak zararların en aza indirilmesi için önceden önlem alınabileceği açıktır.

Görülmekte olan tam yargı davası, iki ayrı kategoride toplanması mümkün olan idari tasarruflar nedeniyle açılmış bulunmaktadır. Tam yargı davasının açılmasına neden olarak gösterilen lojman tahsisi şeklindeki idari tasarruf “idari işlem” niteliğini taşımakta; buna karşılık görülen davanın açılmasına neden olarak gösterilen davalı idarenin üstlendiği önlem alma ve denetim görevlerini yerine getirmeyip hareketsiz kalması şeklindeki idari tasarrufun ise hukuk aleminde değişiklik, yenilik doğurmayı amaçlayan bir irade açıklamasına dayanmaması nedeniyle idari işlem olarak nitelendirilmesine olanak olmayıp; “idari eylem” olduğunun kabulü gerekmektedir.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununda, idari işlemlerin uygulanması ve idari eylemler nedeniyle tam yargı davası açma süreleri 12 ve 13 üncü maddelerde düzenlenmekle birlikte, idari işlem ve idari eylemlerin birlikte hak ihlaline neden olması halinde, dava açma süresinin nasıl hesaplanacağına ilişkin bir hükme yer verilmemiştir.

Bir davada uyuşmazlığın esasının incelenebilmesi, diğer koşullar yanında, davanın yasada öngörülen süre içerisinde açılmış olmasına bağlı olduğuna; dava açma hakkının, hak arama özgürlüğünün kullanılmasından başka bir şey olmadığına; temel hak ve özgürlüklerin de ancak yasayla sınırlandırılabileceğine göre; yasada açıkça düzenlenmeyen konularda, usul hükümlerindeki boşlukların, ilgililerin dava açma haklarının kullanmalarını engelleyecek biçimde yorumlanmaması gerekir.

Bu itibarla; giderilmesi istenilen hak ihlaline idari işlem ve idari eylem olarak nitelendirilen birden fazla idari tasarruf neden olmuş ve zarara yol açmaları yönünden idari işlem ve idari eylemlerin ayrılması mümkün değil ise, dava açma süresinin, ilgililere zararın doğduğu tarihten itibaren 1 yıl içinde idareye başvuru ve daha sonra dava açma olanağı tanıyan 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 13 üncü maddesine göre belirlenmesi hak arama özgürlüğünün gereğidir. Aksine bir yorumla zarara yol açan idari işlemlere göre dava açma süresinin hesaplanması, ilgililerin idari eylemler nedeniyle doğmuş olan dava açma hakkının gözardı edilmesi sonucunu doğuracaktır.

Ayrıca hak ihlaline neden olmaları yönünden birbirinden ayrılması mümkün olmayan idari işlemler ve idari eylemler nedeniyle açılan davanın, sadece yargılama usulündeki boşluk nedeniyle bölünmesi, davanın idari işlemlere ilişkin olduğu varsayılan bölümü için dava açma süresinin 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 12 nci maddesine göre hesaplanması da, dava açma hakkını zedeleyen zorlama bir yorum olacaktır.

Bu durumda bakılmakta  olan  davada, dava açma süresinin,  yukarıda  anılan Yasanın  13. maddesi  kapsamında  hesaplanması  hakkaniyet  gereği  olup,  aksi yönde  verilen idare   mahkemesi kararında hukuki  isabet  görülmemiştir.

Açıklanan nedenlerle; davacının temyiz isteminin kabulü ile Sakarya 2. İdare Mahkemesinin 30.10.2002  tarih, E:2000/3200, K:2002/1385 sayılı kararının BOZULMASINA, dosyanın yeniden bir karar verilmek üzere  anılan mahkemeye gönderilmesine  28.5.2007 tarihinde  oybirliğiyle karar verildi.

Danıştay İDDK, E: 2008/11, K: 2009/3108 (Deprem sonucu bir bölgedeki binalarda oluşan tüm zararların idarenin tazmin sorumluluğu)

Özeti: Deprem sonucu bir bölgedeki binalarda oluşan tüm zararların idarenin tazmin sorumluluğu altında bulunmasının mümkün olmadığı, olayda, davalı idarenin zararı ağırlaştırıcı bir işlem ve eyleminin bulunmadığı, inşaat sahiplerinin eyleminin sonucunda zararda artış meydana geldiği anlaşıldığından, idarece tazmini gereken maddi ve manevi bir zararın bulunmadığı hakkında.

Dava; Mudanya İlçesi, Ömerbey Mahallesi, Kümbet Mevkii, … pafta, … ada, … ve … sayılı parseller (yeni … pafta, … ada, … parsel) üzerinde yapılan yapılardan davacının maliki olduğu … Blok … nolu konutun 17.8.1999 tarihinde meydana gelen depremde zarar görmesi nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen 6.923,23.-TL maddi, 3.000,00.-TL manevi zararın olay tarihinden itibaren hesaplanacak yasal faiziyle birlikte tazmini istemiyle açılmıştır.

Bursa 2. İdare Mahkemesi 20.4.2006 günlü, E:2005/224, K:2006/667 sayılı kararıyla; Mudanya Asliye Hukuk Mahkemesinin 1999/161 ve 1999/314 sayılı dosyalarında davacıya ait taşınmaza ilişkin olarak yerinde yaptırılan keşif ve dosya üzerinde yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucunda düzenlenen raporla dosyanın birlikte değerlendirilmesinden, söz konusu, 4 bloktan oluşan yapıların hasar görmesinde belediye, müteahhit, mal sahibi, TUS ve şantiye şefinin kusur oranlarının belirlendiği, söz konusu yapılarda hasar meydana gelmesinde, blokların imalatında, mühendislik kurallarına ve yapı ruhsatına uygunluğu denetlememekten dolayı sorumluluk derecesine göre davalı belediyenin %33 oranında kusurlu olduğu, davalı belediyenin %33 kusur oranına tekabül eden 276,93.- YTL kısmın idareye tazminat talebiyle başvuruda bulunulduğu tarihten itibaren hesaplanacak yasal faiziyle birlikte davalı idarece davacıya ödenmesine, manevi tazminatın patrimuanda meydana gelen eksilmeyi karşılamaya yönelik bir tazmin aracı olmayıp, manevi tatmin aracı olduğu, başka türlü giderim yollarının bulunmayışı ve yetersiz kalışı, manevi tazminatın parasal olarak belirlenmesini zorunlu hale getirdiği, davacının taşınmazındaki hasar üzerine duyduğu üzüntü nedeniyle uğradığı manevi zararın giderilmesi gerektiğinden uğranılan zararın niteliği ve miktarı hasar meydana gelmesi sırasında taşınmazın durumu ve idarenin zararının meydana gelmesindeki kusurunun ağırlığı ve hasar oranı göz önüne alınırsa takriben 200,00.- YTL manevi tazminatın idareye başvuru tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte idarece davacıya ödenmesine, fazlaya ilişkin maddi ve manevi tazminat talebinin reddine karar vermiştir.

Anılan karar, temyizen incelenmesi sunucu Danıştay Altıncı ve Onbirinci Daireleri Müşterek Kurulu’nun 11.7.2007 günlü, E:2006/7796, K:2007/4395 sayılı kararıyla; Mudanya İlçesi, Ömerbey Mahallesi, Kümbet Mevkii, … pafta, … ada, … parsel sayılı taşınmaz üzerinde yer alan … ve … bloklarından oluşan yol seviyesi altında 1, yol seviyesi üstünde 5 kat olmak üzere toplam 6 kat, 14,50m yüksekliğinde yapı yapılmak üzere 14.10.1994 günlü, 6/197 sayılı yapı ruhsatının düzenlendiği, ancak ruhsata aykırı olarak bodrum katın zemin kat olarak inşa edildiği ve inşaatın B+Z+4 kat olması gerekirken Z+5 kat olarak bitirildiği, Mahkemece hükme esas alınan Şişli 1. Asliye Hukuk Mahkemesinde müteahhit aleyhine … Sitesi … ve … blokları hakkında düzenlenen bilirkişi raporunda, blokların hasar görmesinde payı olan etkenlerin belirlendiği; bunların birincisinin, yapı ruhsatına uymamak olduğu, bodrum katın fiilen zemin kat olarak inşa edilmiş olmasında ruhsata aykırılık bulunduğu, ikincisinin, yumuşak kat etkisinin artmasına yol açmak olduğu, taşıyıcı olmayan ve betonarme taşıyıcı elemanlar arasında yer alan bölme duvarlarının, deprem yüklerinin taşınmasında önemli rol oynadıklarının bilimsel çalışmalar sonucunda ortaya konulduğu, yumuşak kat üzerine etkiyen deprem yükü, yumuşak kat üzerinde kalan bina yüksekliğinin karesi ile hemen hemen doğru orantılı olduğu, Bodrum katların zemine gömülü ve çevre duvarları çoğunlukla betonarme perde şeklinde olduğundan, binanın zemine tutunma yeteneğini arttırdığı, zemin altı 1 ve zemin üstü 5 kat, toplam 6 kat için projesi hazırlanıp onaylanmış ve yapı ruhsatı verilmiş binanın, zemin üstü 6 kat şeklinde inşaa edilmiş olmasının zemin (dükkan, cam bölme v.b. düzenlemelerden dolayı yumuşak kat özelliği taşıyan) katı etkileyen deprem yüklerinin, projesinde öngörülenden daha büyük olmasına yol açtığı, üçüncüsünün, kolon ve kirişlerde etriye sıklaştırılmasının yapılmaması olduğu, etriye sıklaştırılmasının deprem yüklerinin betonarme elemanları tarafından taşınabilmesi için yapılmasının kaçınılmaz olduğu, dördüncüsünün, beton kalitesinin projede öngörülenden düşük olması olduğu, düşük kalitede beton ile oluşturulan kolon ve kiriş gibi taşıyıcı elemanların taşıma kapasitelerinin de o oranda düşük olduğunun belirtildiği, sonuç olarak da kusur oranları belirlenirken, söz konusu blokların imalatında mühendislik kurallarına ve yapı ruhsatına uygunluğu denetleyememekten ya da denetlemekte yetersiz kalmaktan dolayı sorumluluk dereceleri dikkate alındığında belediyenin %33 oranında kusurlu olduğu yolundaki belirlemenin Mahkemece esas alınarak uyuşmazlık hakkında hüküm kurulduğunun  anlaşıldığı, bu durumda ruhsata aykırı olarak yapılan inşaat nedeniyle depremde meydana gelen zararın ortaya çıktığı, dolayısıyla idarenin İmar Hukuku kapsamında inşai faaliyet sürecinde tazminle sorumlu kılınacak derecede kamu hizmetini kusurlu şekilde işlettiğinden söz etme olanağı bulunmadığı sonucuna ulaşıldığından davalı idarenin olayda hizmet kusuru bulunduğundan bahisle maddi ve manevi tazminata hükmedilmesinde hukuki isabet görülmediği gerekçesiyle bozulmuş ise de, İdare Mahkemesi, bozma kararına uymayarak önceki kararında ısrar etmiştir.

Davalı idare, Bursa 2. İdare Mahkemesi’nin 25.10.2007 günlü, E:2007/1715, K:2007/2183 sayılı ısrar kararının bozulmasını istemektedir.

Anayasa’nın 125. maddesinin son fıkrasında, idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu kurala bağlanmış; 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2. maddesinde de, tam yargı davaları idarenin eylem ve işlemlerinden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan davalar olarak tanımlanmıştır.

İdari yargıda idari eylem nedeniyle uğranılan zararın tazmini için açılan tam yargı davalarında idarenin tazmin borcunun doğması için ortada bir zararın ve zarara yol açan idareye yüklenebilir bir eylemin bulunması, zararla eylem arasında nedensellik bağının kurulması ve hizmet kusuru ya da kusursuz sorumluluk esaslarına göre idare hukukuna özgü tazmin sebeplerinin olması gerekmektedir. Tam yargı davalarında idarenin tazmin sorumluluğu belirlenirken öncelik hizmet kusurunun varlığı araştırılmalı, hizmet kusuru yoksa kusursuz sorumluluk ilkelerinin uygulanıp uygulanmayacağı irdelenmelidir.

Hizmet kusurunun varlığı istikrar bulan yargısal kararlarda hizmetin kötü veya geç işlemesi yahut hiç işlememesi hallerinde kabul edilmektedir.

Öte yandan, idarenin sorumlu tutulabilmesi için zarara yol açan işlem veya eylemin idare tarafından yapılmış olması gerektiğine göre, zarar gören kişilerin eyleminden, üçüncü kişilerin eyleminden, zorlayıcı sebeplerden (mücbir sebepler) ileri gelen zararların idareye ödettirilemeyeceği, dolayısıyla bu gibi durumlarda idarenin hukuki sorumluluğunun bulunmadığı yine idari yargı kararlarında kabul edilmiş bir idare hukuku ilkesidir.

Zorlayıcı sebep (mücbir sebep), kökeni, doğal, sosyal ve hukuki olması itibariyle failin dışında kalan, fail tarafından önlenme olanağı bulunmayan, önceden takdir ve tahmin edilemeyen olaylar olarak tanımlanmaktadır.

Gerek yargısal kararlar, gerekse öğretide kabul edilen bu tanımlamaya göre zorlayıcı sebep kavramını oluşturan temel unsur, “dışsallığın” yanı sıra “önlenemez” ve “öngörülemez” olmasıdır.

Depremin, “önlenemez” ve “öngörülemez” olması nedeniyle zorlayıcı sebebin tipik bir örneğini oluşturduğu kuşkusuzdur. Zarar, münhasıran depremden kaynaklanmışsa idarenin sorumluluğundan söz etmeye hukuken olanak bulunmamakta ise de zararın zorlayıcı sebep dışında idare tarafından ağırlaştırıldığının yargı yerince saptanması durumunda zararın ağırlaşan, artan kısmı bakımından kusuru gözönünde tutularak idarenin tazminle sorumlu tutulması gerekmektedir. Örneğin, deprem bölgesi olarak saptanan bir alanda deprem mevzuatına uygun yapılaşma koşullarına aykırı olarak inşaat ruhsatı verilmesi, fay hattının yapılaşmaya açılması gibi durumlarda ilgili idarelerin deprem sonucu bir bölgedeki doğan zarardan kusurları oranında sorumlu tutulacağı tabiidir. Ancak, deprem sonucu bir bölgedeki binalarda oluşan tüm zararların idarenin tazmin sorumluluğu altında bulunduğundan söz edilemeyeceği de kuşkusuzdur.

Somut olayın irdelenmesine geçmeden önce, zarar görenin eyleminin zararın doğmasında başlıca etken olduğu hallerde idarenin sorumluluktan kurtulacağının da belirtilmesi zorunlu görülmüştür.

Uyuşmazlıkta, davacı 17.8.1999 tarihinde meydana gelen deprem sonucunda binasında oluşan hasar nedeniyle uğradığı zararın tazminini istemektedir.

Dosyanın incelenmesinden; Mudanya İlçesi, Ömerbey Mahallesi, Kümbet Mevkii, … pafta, … ada, … parsel sayılı taşınmaz üzerinde yer alan … ve … Bloklarından oluşan yol seviyesi altında 1, yol seviyesi üstünde 5 kat olmak üzere toplam 6 kat, 14,50 metre yüksekliğinde yapı yapılmak üzere 14.10.1994 günlü, 6/197 sayılı yapı ruhsatı düzenlenmesine karşın ruhsata aykırı olarak bodrum katın zemin kat olarak inşa edildiği ve inşaatın B+2+4 kat olması gerekirken 2+5 kat olarak bitirildiği, yapı ruhsatına uymamanın blokların zarar görmesinde başlıca etken olduğu, dava konusu yerle ilgili olarak projeye uygun inşaat yapılıp yapılmadığının tespiti amacıyla inşaatın devamı esnasında TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası ile Mudanya Belediye Başkanlığı arasında yapılan yazışmalar sonucunda, anılan Odanın Belediye Başkanlığına muhatap 5.5.1995 günlü, 522 sayılı yazısı ile, konuyla ilgili bilirkişi incelemesi sonucunda, inşaatın onaylı projesine uygun yapıldığı, bu bakımdan inşaatın devamı yönünde görüş bildirildiği, inşaatın daha sonra ruhsatına aykırı olarak tamamlandığı, henüz iskan edilmeden deprem sonucunda zarar oluştuğu anlaşılmaktadır.

Olayda, davalı idarenin zararı ağırlaştırıcı bir işlem ve eyleminin bulunmadığı, inşaat sahiplerinin eyleminin sonucunda zararda artış meydana geldiği, bu durumda idarece tazmini gereken  maddi ve manevi bir zararın bulunmadığı sonucuna varılmıştır.

Öte yandan, deprem sonucunda oluşan bireysel zararlardan dolayı davalı idareleri kusursuz sorumluluk esaslarına göre tazminle sorumlu tutmaya da hukuken olanak bulunmamaktadır. Zira, bireysel olmayan o bölgede yaşayan için genel nitelikte olan deprem gibi doğal afetlerden doğan zararlar ilgili mevzuatı çerçevesinde devletçe ödenmektedir.

Açıklanan nedenlerle, davalı idarenin temyiz isteminin kabulüne, Bursa 2. İdare Mahkemesince verilen 25.10.2007 günlü, E:2007/1715, K:2007/2183 sayılı kararın Danıştay Altıncı ve Onbirinci Daireleri Müşterek Kurulu’nca verilen karar doğrultusunda bozulmasina, dosyanın anılan İdare Mahkemesine gönderilmesine, 17.12.2009 gününde esasta ve gerekçede oyçokluğu ile karar verildi.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir