1. Anasayfa
  2. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/5 K: 1997/438 T: 21.5.1997


Vergi kayıtları mülkiyet belgesi olmayıp; zilyetlikle birleşip doğrulanmadıkça hukuki değer kazanamazlar.

Taraflar arasındaki “kadastro tespitine itiraz” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (B. Kadastro Mahkemesi)’nce davanın kabulüne dair verilen 20.10.1994 gün ve 1992/3 esas, 1994/169 karar sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 7. Hukuk Dairesi’nin 27.2.1996 gün ve 1995/8532 E:-1996/1697 sayılı ilamıyla; (.. Kadastro sırasında 137 ada, 29 parsel sayılı 4640.67 m2. yüzölçümündeki taşınmaz dava dışı 26 sayılı parsele uygulanan vergi beyanının yüzölçümü fazlası olarak davalı Hazine adına tespit edilmiştir. Davacı M.; miras hakkına, paylaşmaya ve zilyetliğe dayanarak dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne taşınmazın davacı adına tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava konusu taşınmazın öncesinin davacının miras bırakanı F. ‘ye ait olduğu, adı geçenin ölümünden sonra terekesinin paylaşıldığı ve nizalı taşınmazın davacı payına isabet ettiği, taşınmaz üzerinde tespit gününde davacı ve miras bırakanının zilyetliğinin kazandırıcı süreye ulaştığı gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de, davacı emlak beyannamesine dayanmış ve bu beyanname 1977 yılında oluşturulmuştur. Emlak beyannamesi 4000 m2. yüzölçümünde olup dava dışı 26 parsel sayılı taşınmazın yüzölçümü ile revizyon görmüştür. Emlak beyannamesinin oluşturulduğu tarih ile tespit günü arasında 20 yıllık kazandırıcı süre davacı yararına oluşmamıştır. Emlak beyannamesi davacıyı bağlar. Dava konusu taşınmaz davacıya ait olsa emlak beyannamesinin oluşturulması sırasında bu parselin de kendisine ait olduğunu açıklayıp miktarı ile kendi adına kayıt oluşturur idi, mahkemece bu yönlerden yanılgıya düşülmesi isabetsizdir. Taşınmazın orman sayılan yerlerden olmadığı da belirlendiğine göre Hazine adına tesciline karar verilmesi gerekir. Hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün bozulmasına…) gerekçesiyle ve oyçokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Karar: Dava konusu 29 parsel sayılı taşınmaz ile dava dışı 26 parsel sayılı taşınmazın bir bütünü oluşturduğu, tespit gününden sonra kesinleşen orman tahdit harita ve tutanağının kapsamı dışında kaldığı, 6831 sayılı Yasanın 1. maddesi hükmü uyarınca  orman sayılan yerlerden olmadığı, tarım toprağı niteliğinde bulunduğu, taşınmaz üzerinde tespit gününe kadar davacı taraf yararına 3402 sayılı Kanunun 14. maddesi hükmünde öngörülen taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği konusunda çekişme olmadığı gibi, mahkemece de yöntemine uygun olarak yapılan keşif, uygulama ve toplanıp doğru olarak değerlendirilen delillerle saptanmıştır.

Uyuşmazlık; 1977 tarihli emlak beyanının davacıyı bağlayıp bağlamayacağı, diğer bir anlatımla, taşınmazın kadastroca belirlenen yüzölçümünden, eksik beyanda bulunulması halinde eksik bildirilen bu bölüm üzerinde kişinin mülkiyet hakkından vazgeçtiği anlamına gelip gelmeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Dava, Medeni Kanunun 639, 3402 sayılı Yasanın 14 ve 1319 sayılı Emlak Vergi Yasası hükümlerine ilişkin bulunmaktadır.

Fiili bir durum olan zilyetliğin yerel bilirkişi ve tanık sözleri ile kanıtlanabileceği, öğretide kabul edildiği gibi Medeni Kanunun 639 ve 3402 sayılı Yasanın 14. maddesi hükümlerinde de öngörülmüştür. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14/1. maddesi hükmü; tapuda kayıtlı olmayan ve ayrıca çalışma alanı içinde bulunan yüzölçümü sulu toprakta 40, kuru toprakta 100 dönüm kadar olan (40 ve 100 dönüm dahil) bir veya birden fazla taşınmaz mal, çekişmesiz ve aralıksız en az 20 yıldan beri malik sıfatı ile zilyetliğini belgelerle veya bilirkişi veyahut tanık beyanları ile ispat eden zilyedi adına tespit edilir hükmünü getirmiştir. Aynı Kanunun (A) bendinde sözü edilen 31.12.1981 tarihine veya daha önceki tarihlere ait vergi kayıtlarında, taşınmaz malın 100 dönümden fazla olan bölümünün zilyedi adına tespit edilmesi için, birinci fıkra gereğince delillendirilen zilyetliğin ayrıca Yasada tadat edilen vergi kaydı vesaire belgelerden birine dayandırılması öngörülmüştür.

Bir bütün olduğu kuşkusuz olan nizalı taşınmaz ile niza dışı 26 parsel sayılı taşınmazın toplam yüzölçümleri 10000 m².dir. Bu durumda davacı taraf herhangi bir belgeye dayanmaksızın, Yasada öngörülen diğer koşulları da kanıtlamış olmakla, taşınmazı iktisap ettiğinin kabulünde duraksama olmamalıdır. Öncelikle belirtelim ki, vergi kayıtları mülkiyet belgesi değildir. Zilyetlikle birleşip doğrulanmadıkça hukuki değer kazanamayacağı, o nedenle doktrinde ve tüm yargı kararlarında da bu tür kayıtların en zayıf bir ispat vasıtası olduğu kabul edilmektedir.

1319 sayılı Emlak Vergisi Kanununun 13. maddesi; arazi vergisini, arazinin maliki, varsa intifa hakkı sahibi, ikisi de yoksa malik gibi tasarruf edenler öder hükmünü getirmiştir. Maddenin içeriğinden, zilyet 20 yılı doldurmamış olsa dahi, taşınmazda, malik gibi tasarrufta bulunuyor ise vergi mükellefi olduğu kabul edilmiştir. Aynı Kanunun 1610 sayılı Kanunla değişik 24. maddesinin (b) bendinde, araziye ait beyannamede, arazinin yeri (mevki) cinsi, büyüklüğü (dönüm, m2), getirebileceği yıllık gayrisafi hasıla tutarı ve rayiç bedeli (vergi değeri)nin gösterileceğini içermektedir. Emlak beyanlarında, madde metninden de anlaşılacağı gibi taşınmazın sınırlarının yazılması konusunda herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Bu durumda 3402 sayılı Yasanın 20. maddesi hükümleri gözönüne alındığında, kayıttaki sınırlara itibar olunacağı, özellikle (c) fıkrasında; harita, plan ve krokiye dayanmayan kayıt ve belgelerde belirtilen sınırlar, değişebilir ve genişletilmeye elverişli sınırlardaki taşınmaz malların kayıtları, fiziki yapıları ve konumları itibariyle belli bir yeri kapsıyor ise, kayıt ve belgelerde gösterilen sınırlar esas alınarak tespit yapılacağı öngörülmüştür. Tapu kayıtları ve özellikle eski yazım tarihi (1936 ila…) vergi kayıtlarında yüzölçümü, mevkii ve sınırları yazılı bulunmaktadır. Emlak beyanında ise taşınmazın sınırları mevcut olmayıp sadece, mevkii ve yüzölçümünün yazımı ile yetinilmektedir. Bu durum, emlak beyannamesinin dava konusu yer dışında başka taşınmazlarda uygulanabilir olma olasılığını ortaya koymaktadır. Hal böyle olunca, taşınmaza doğrudan uygulaması yönünden, kuşkulu ve tereddütler gösteren emlak beyanının, mülkiyet hakkını sınırlayıcı sonuçlar doğuracak şekilde kesin delil olarak bakılması mümkün değildir.

Gerçekte de, emlak beyannamelerinin, taşınmazın yüzölçümünün, resmi makamlardan alınacak sağlıklı belgelere dayandırılması aranmamakta, dahası 1319 sayılı Emlak Vergi Yasasında bu yönde bir yüküm de önerilmemiştir. Kaldı ki, kırsal alanlarda bulunan ev, ahır, samanlık gibi yapıların, gerçek yüzölçümünün tespiti, civar taşınmazların yüzölçümünün belirlenmesi işlemi, Devlete ait bir görev olup, ancak, uzman olan elemanların, gerçekleştirebileceği teknik bir iş olduğu açıktır. Bu da, ancak kadastrosu yapılmış, tapu kaydı oluşturulmuş, yüzölçümü, teknik ve elektronik aletlerle belirlenmiş arazi ve emlakların tespitinin tamamlanması ile mümkündür. O nedenle, bu işlemlere tabi tutulmak suretiyle yüzölçümleri, hudutları sağlıklı bir şekilde belirlenmemiş, taşınmaz mallara ilişkin emlak vergi beyannamesinin davada kesin delil olarak ele alınması kabul edilemez. Diğer yönden, bir kaydın uygulanabilir olması için en az üç sınırının bilinmesi, diğer bir anlatımla, sınırların geometrik bir şekil oluşturması ve bu sınırların arazide saptanması ile mümkün olur. Oysa, emlak beyanında sınırlar mevcut olmadığından uygulama olanağı da kuşkuludur. Örneğin, aynı mevkide üç ayrı taşınmazı bulunan bir kişinin, tek taşınmazı için yerel idareye verdiği emlak bildiriminin, o kişinin hangi taşınmazına ait olduğunu saptamaktaki güçlükler gözardı edilemez, yine dört tarafı kişi taşınmazı ile çevrili sabit hudutlu bir taşınmazın hangi bölümünü, vergi beyannamesinin kapsadığının, taşınmazın verim durumu da gözönüne alınarak belirlenmesi de imkan dahilinde bulunmamaktadır.

1319 sayılı Emlak Vergi Yasasında, beyanname vermeyi öngören zorlayıcı, cezayı müstelzim bir hüküm de getirilmemiştir. Kişi; emlak bildiriminde bulunmamış olsa dahi, mülk edinme koşullarının varlığını yerel bilirkişi ve tanık beyanları ile kanıtladığında taşınmazın adına tescil edilmesi gerekir. Yasalara saygı duyarak Devlete vergi vermeyi tercih eden kişi ile hiç vergi beyanında bulunmayan kişileri aynı konumda değerlendirmek, yasaların eşitlikle uygulanması ilkesini zedeleyeceği gibi, bazı sakıncalı ve çekişmeli durumların doğmasına neden olacak pürüzleri de beraberinde getirir.

Ayrıca, Özel Dairenin bozma kararında açıklandığı şekilde emlak beyannamelerinin, mutlak bağlayıcı bir delil kabul edilmesi halinde taşınmazı gerçek yüzölçümünden çok fazla gösteren ve ileride buna dayanıp fazlasıyla hak iddiasında bulunmayı amaçlayan, kötü niyetli maliklere olanak tanınmış olunur ki, bu durum haklar arasındaki dengenin bozulmasına, sosyal yaşamda kimi huzursuzlukların oluşmasına neden olur ki, hukuken üstün görülemez. En önemlisi vergi kanunlarındaki cezaları göze alarak hiç bildirimde bulunmamış olan taşınmaz malikleri zilyetlik koşullarının oluştuğu alan için taşınmazını iktisap ederken, buna karşı, kanuna saygılı olarak bildirimde bulunan kişi, taşınmazın gerçek alanı yerine vergi beyannamesindeki taşınmazın yüzölçüm miktarını isteyebilecektir. Burada da kanuna saygılı kişinin cezalandırılması, kanunu hiçe sayanın da ödüllendirilmesi sonucunu veren ve eşitlik ilkesine ters düşen bir durumun ortaya çıktığı açıkça görülmektedir.

1319 sayılı Emlak Kanununun beyan esasını kabul eden 20. maddesinde; “..düşük beyanda bulunulması halinde, mükellefin beyanı vergi dairesinde, birim değere göre hesaplanan miktara yükseltilerek tahakkuka esas alınacağı ve mükellefe bildirileceği, vergi dairesince hesaplanan miktar ile mükellefin beyanı arasındaki farka kusur cezası uygulanacağını içermektedir. Yine, ek süreler için beyanname verilmesi matlabını taşıyan aynı Kanunun 27. maddesi hükmünde de;.. beyannamenin verilen ek süre içinde verildiğinde, vergi ziyaı olmamış sayılacağı, 3239 sayılı Kanunun 111. maddesi ile değişen Emlak Yasasının 32. maddesi hükmünün 2. fıkrasında; beyannamesini ek süreye rağmen vermeyen mükellefler adına ağır kusur cezasının kesileceği hükmünü getirmiştir. Anılan Yasa hükümleri gözönüne alındığında, emlak beyannamelerinde yüzölçümünün noksan gösterilmesinin yaptırımı, sadece ağır kusur cezalarının kesilmesine ve parasal cezalara bağlanmış ve önlemler alınmıştır.

Yine, 1319 sayılı Emlak Vergi Kanununda değişiklik yapılması hakkındaki 2587 sayılı ve 21.1.1982 günü yürürlüğe giren Kanunun geçici 1. maddesinde; ..bu kanunun yürürlük tarihine kadar herhangi bir şekilde emlak beyannamesi vermemiş olanlara 1.6.1982 tarihine kadar ek beyanname verme süresi tanınmış olup, bu tarihe kadar beyanname verenler hakkında geç beyanda bulunmaktan dolayı değerlendirme işlemine başvurulmayacağı belirtilmiştir. Nitekim, somut olayda süreyi uzatma mahiyetinde olan geçici 1. madde hükmünden yararlanmak suretiyle davacı taraf nizalı taşınmaz için 1981 yılında, 5 dönümlük ek vergi beyanında bulunmuş olup, dosyasında mübrezdir. Öte yandan, yerel idarelere verilen emlak beyannameleri 4 yılda bir yenilenmekte olup, her yeni beyan döneminde yüzölçümünü azaltma ve çoğaltmak da mümkündür. Diğer yönden, aynı taşınmaz hakkında ayrıca eski yazım tarihli (1926, 1936, 1937 vs..) vergi kaydı da bulunmaktadır. Bu durumda mevkii sınırları ve yüzölçümü mevcut bulunan ve devlet tarafından oluşturulan vergi kaydına değer verilip bu kaydın uygulanacağı kuşkusuzdur. O nedenle bu kayıtlar karşısında da emlak beyannamesinin bağlayıcı olmayacağı birkez daha belirgin olmaktadır.

Medeni Kanunda, mülkiyetin hangi hallerde ziyaa uğrayacağı “numerus clausus” kaidesi ile sayı kuralına bağlanmıştır. Bu sayıyı artırmak ve eksiltmek mümkün değildir (Bkz. MK: m. 641).

Mülkiyet hakkı, Anayasadan kaynaklanan vazgeçilmez haklardandır (Anayasa m. 35). Yorum kurallarına başvurulurken, mülkiyet hakkının özüne dokunmaya özen gösterilmelidir. Nitekim Anayasa Mahkemesi, 12.10.1976 tarih ve 38/46 sayılı kararı ile; kamulaştırmada tavan bedelin vergi değeri ile sınırlandırılmasının, mülkiyet haklarının özünü ihlal edeceğini, bunun hukuk devleti niteliğine aykırı olduğunu, malikin dava hakkının da sınırlandırılmış olacağını kabul etmiş, böylece kamulaştırma karşılığının tespit ve tayininde, taşınmaz sahibi tarafından usul ve kanuna uygun olarak verilen vergi bildirgesindeki değerin esas alınması uygulaması kaldırılmıştır. Görülüyor ki, niteliği ve ereği tümü ile değişik olan “mülkiyet” ve “vergilendirme” gibi iki Anayasa müessesesini bir tek temelde oturtmakta bir zorunluluk yoktur.

Bu anlatımların ışığı altında; emlak beyanında bildirilen yüzölçümünün bağlayıcı nitelikte olamayacağı ancak, çapı, krokisi olan tapulu taşınmazlarda uygulanabileceğinin kabulünde kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır. Açıklanan nedenlerle yerel mahkeme kararı onanmalıdır.

Sonuç: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, 30.4.1997 gününde yapılan ilk görüşmede çoğunluk sağlanamadığı için 21.5.1997 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir