1. Anasayfa
  2. Anayasa Mahkemesi Kararları

Anayasa Mahkemesi E: 2012/87 K: 2014/41 T: 27.02.2014


G- Kanun’un 8. Maddesinin (1), (3) ve (7) Numaralı Fıkralarının İncelenmesi

1- (1) Numaralı Fıkra

Dava dilekçesinde, Kanun kapsamında ülke genelinde yapılacak yenileme ve dönüşüm çalışmalarındaki alımların ve yapım işlerinin ihalelerinin katılımı ve rekabeti arttıracak biçimde yapılması yerine, sübjektif değerlendirmelere dayalı firma seçimleriyle yapılmasının eşitlik ve şeffaflığın gözetilmeyeceği anlamına geldiği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 5., 10., 65., 163. ve 166. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava konusu kural Anayasa’nın 2. maddesi yönünden de incelenmiştir.

Kamu hukukuna tabi olan veya kamunun denetimi altında bulunan ya da kamu kaynağı kullanan kamu kurum ve kuruluşlarının mal veya hizmet alımları ile yapım işlerinde uygulanacak esas ve usulleri belirlemek amacıyla 4734 sayılı Kanun yürürlüğe konulmuştur. Anılan Kanun’un 18. maddesinde, mal veya hizmet alımları ile yapım işlerinde uygulanacak ihale usulleri; “açık ihale usulü”, “belli istekliler arasında ihale usulü” ve “pazarlık usulü” olarak sayılmış; 5. maddesinin dördüncü fıkrasında açık ihale usulü ve belli istekliler arasında ihale usulünün temel usuller olduğu, diğer ihale usullerinin Kanun’da belirtilen özel hâllerde uygulanabileceği kurala bağlanmış; diğer usuller arasında yer alan pazarlık usulünün kullanılabileceği özel hâller ise Kanun’un 21. maddesinde düzenlenmiş; anılan maddenin birinci fıkrasının (b) bendinde, “Doğal afetler, salgın hastalıklar, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani ve beklenmeyen veya idare tarafından önceden öngörülemeyen olayların ortaya çıkması üzerine ihalenin ivedi olarak yapılmasının zorunlu olması” bu özel hâllerden biri olarak kabul edilmiştir. Maddenin ikinci fıkrası uyarınca, anılan bentte belirtilen istisnai hâllerde ilan yapılması zorunlu olmayıp en az üç isteklinin davet edilmesi, yeterlik belgelerini ve fiyat tekliflerini birlikte vermeleri yeterlidir.

Dava konusu kuralla, Kanun uyarınca kamu kaynağı kullanılarak gerçekleştirilen her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinin, 4734 sayılı Kanun’un 21. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde belirtilen hâllere dayanan işlerden sayılacağı hükme bağlanmıştır. Dolayısıyla Kanun uyarınca kamu kaynağı kullanılarak gerçekleştirilen her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde, 4734 sayılı Kanun’da belirlenen temel ihale usullerinden açık ihale veya belli istekliler arasında ihale usulleri değil, özel bazı hâllerde uygulanan “pazarlık usulü” uygulanacaktır.

Devlet harcamalarında 4734 sayılı Kanun’un uygulanmasını zorunlu kılan bir Anayasa kuralı bulunmadığından, kanun koyucunun bazı mal ve hizmetler yönünden farklı usuller benimsemesinde anayasal açıdan bir engel yoktur. Ancak, bir mal ve hizmet alımı ihalesinin 4734 sayılı Kanun’da öngörülen usullerin dışına çıkarılırken, kamu yararının gerektirdiği haklı nedenlerin bulunması hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir.

Dava konusu kuralın madde gerekçesinde, “Kanun’un öngördüğü her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinin özelliği ve âciliyeti sebebiyle” anılan düzenlemeye gerek görüldüğü ifade edilmiştir. Kanun, bireylerin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama haklarının temin edilmesi, bu suretle can ve mal güvenliklerinin sağlanması için afet riski altındaki bölgelerin dönüştürülmesini amaçlamaktadır. Ülkemizin afetlere maruz kalma riskinin yüksekliği, buna karşılık mevcut yapı stokunun afetlere dayanıklılığının düşük olması, kuşkusuz bu konuda hızlı tedbir alınmasını gerekli kılmaktadır. Buna göre, Kanun’a göre yapılacak uygulamalar kapsamında ihtiyaç duyulan mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinin hızlandırılmasında kamu yararı bulunduğu açıktır.

Bununla birlikte, Kanun’un ülkemizdeki yapı stokunun büyük bir bölümünü dönüştürmeyi amaçladığı, kuralın sadece mal ve hizmet alımını değil yapım işlerini de kapsadığı dikkate alındığında, böyle geniş bir alanda uygulanacak ve yüksek meblağların ödenmesini gerektirecek alım ve yapım işlerinde saydamlık, rekabet, eşit muamele, güvenirlik, gizlilik ve kamuoyu denetimi ilkelerine uyulmasında da kamu yararı bulunmaktadır. Kural kapsamındaki uygulamalar yönünden can ve mal güvenliğine yönelik gerçekleşmiş öngörülemeyen olaylar da söz konusu değildir. Dolayısıyla, Kanun uyarınca kamu kaynağı kullanılarak gerçekleştirilen her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde, 4734 sayılı Kanun’da yer alan usullerle bağlı olmaksızın yeni alım ve yapım usulleri benimsemesi kanun koyucunun takdirinde ise de bu usullerin Kanun kapsamında yapılacak işlerin gerektirdiği hız ile yukarıda belirtilen ilkeleri birlikte karşılaması gerekir.

Belirtilen hususlar dikkate alındığında, dava konusu kuralla belirlenen usulün, kamu kaynağı kullanılarak gerçekleştirilen her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinin niteliğinin gerektirdiği saydamlık, rekabet, güvenirlik ve kamuoyu denetimi ilkelerini yeterince karşıladığı söylenemez.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.

Kuralın, Anayasa’nın 5., 10., 65., 163. ve 166. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.

2- (3) Numaralı Fıkra

Dava dilekçesinde, bireylerin hakkını korumak için ortaya koyacağı tutumların suç sayıldığı ancak suç tipinin tanımlanmadığı ve bir yaptırımın öngörülmediği, ilke ve esasları gösterilmeden yürütmeye bırakılan böyle bir yetkinin, asli düzenleme yetkisinin devri niteliğinde olduğu, barınma hakkı direnişlerinin, zor kullanılarak ve cezalandırma tehditleriyle engellenmesinin hak arama hürriyetini engellediği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 5., 6., 7., 8., 10., 11. ve 36. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava konusu kural Anayasa’nın 38. maddesi yönünden de incelenmiştir.

Dava konusu kuralın birinci cümlesiyle, riskli yapıların tespiti, tahliyesi ve yıktırma iş ve işlemleri ile değerleme işlemlerini engelleyenler hakkında, işlenen fiil ve hâlin durumuna göre 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun ilgili hükümleri uyarınca Cumhuriyet başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacağı; ikinci cümlesiyle ise riskli yapıların tespiti, bu yapıların tahliyesi ve yıktırılması iş ve işlemlerine dair görevlerinin gereklerini yerine getirmeyen kamu görevlileri hakkında, tabi oldukları ceza ve disiplin hükümlerinin uygulanacağı hükme bağlanmıştır.

Anayasa’nın 38. maddesinin ilk fıkrasında, “Kimse, … kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz.”; üçüncü fıkrasında, “Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur.” denilerek “suç ve cezada kanunilik ilkesi” düzenlenmiştir. Anayasa’da öngörülen suçta ve cezada kanunilik ilkesi ceza hukukunun da temel ilkelerinden birini oluşturmakta olup 5237 sayılı Kanun’un 2. maddesinde aynı ilkeye yer verilmiştir.

Suçta ve cezada kanunilik ilkesinin zorunlu sonucu olarak, suç ve cezaya ilişkin kurallar belirli olmalıdır. Hukuk devletinin de temel ilkelerinden biri olan “belirlilik ilkesi”, hangi eylemlerin yasaklandığının ve bu yasak eylemlere verilecek cezaların hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde gösterilmesini, kuralın açık, anlaşılır ve sınırlarının belli olmasını gerektirir. Kişilerin yasak eylemleri önceden bilmeleri düşüncesine dayanan bu ilkeyle temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması amaçlanmaktadır.

Dava dilekçesinde ileri sürüldüğünün aksine dava konusu kuralın birinci cümlesinde, yeni bir suç tipi düzenlenmemiş, Kanun kapsamındaki bazı iş ve işlemleri “engelleyenler” hakkında 5237 sayılı Kanun’da zaten var olan suç tiplerine ilişkin hükümler uyarınca işlem yapılmak üzere Cumhuriyet başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacağı kurala bağlanmıştır.

Dava konusu kuralda yer alan “engelleme” eylemi, 5237 sayılı Kanun’un 265. maddesinde “görevi yaptırmamak için direnme” adı altında suç olarak düzenlenmiş, anılan suçun tüm unsurlarına ve yaptırımına yer verilmiştir. Dolayısıyla dava konusu kuralla “suç” değil, “suç duyurusu” düzenlenmiş olduğundan, suçun unsurlarının ve yaptırımının düzenlenmesine gerek bulunmadığı açıktır.

Dava konusu kuralın ikinci cümlesinde ise Kanun kapsamında bazı iş ve işlemlere ilişkin görevlerinin gereklerini yerine getirmeyen kamu görevlileri hakkında “tabi oldukları ceza ve disiplin hükümleri”nin uygulanacağı belirtilerek, ilgili düzenlemelere atıf yapılmakla yetinilmiş, herhangi bir ceza ve disiplin hükmüne yer verilmemiştir.

Kamu görevlilerinin görevin gereklerine aykırı hareket etmelerine ilişkin cezai hüküm, “görevi kötüye kullanma” suçuna ilişkin 5237 sayılı Kanun’un 257. maddesinde kapsamında düzenlenmiş ve orada suçun tüm unsurları ile yaptırımına yer verilmiştir. Söz konusu eyleme ilişkin disiplin hükümleri ise başta 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu olmak üzere ilgili kanunlarda kurala bağlanmıştır. Dolayısıyla dava konusu kuralın ikinci cümlesine yer verilmese de belirtilen cezai ve disiplin hükümlerinin, görevlerinin gereklerini yerine getirmeyen ilgili kamu görevlilerine uygulanması gerekmektedir. Sonuç olarak dava konusu kuralın ikinci cümlesinde, “suç” değil, “suçu düzenleyen hükümlere atıf” söz konusu olduğundan, suçun unsurlarının ve yaptırımının belirsizliğinden söz edilemez.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 38. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.

Kuralın, Anayasa’nın 5., 6., 7., 8., 10., 11. ve 36. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.

3- (7) Numaralı Fıkra

Dava dilekçesinde, kuralın, belirlilikten uzak olduğu, Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ile çeliştiği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 6., 7., 8., 11., 36. ve 123. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Dava konusu kuralla, riskli yapıların tespit edilmesine veya ettirilmesine dair usul ve esaslar, risklilik kriterleri, riskli yapıların tespitinde ve itirazların değerlendirilmesinde görev alacak teknik heyet ve diğer komisyonlara dair usul ve esaslar ile Kanun’un uygulanmasına dair diğer usul ve esasların Bakanlıkça hazırlanacak yönetmelikler ile düzenleneceği hükme bağlanmıştır.

Kanun’un 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendinde riskli yapılara ilişkin tanım kapsamında “risklilik kriterleri”ne; 3. maddesinde ise “riskli yapıların tespit edilmesine veya ettirilmesine dair usul ve esaslar” ile “riskli yapıların tespitinde ve itirazların değerlendirilmesinde görev alacak teknik heyet ve diğer komisyonlara dair usul ve esaslar”ın genel çerçevesine yer verilmiştir. Dolayısıyla anılan hususlarda Bakanlığa verilen düzenleme yetkisinin sınırlarının kanunla belirlenmiş olduğu açıktır.

Diğer taraftan dava konusu kuralda, “Kanun’un uygulanmasına dair diğer usul ve esaslar”ın da Bakanlıkça hazırlanacak yönetmelikler ile düzenleneceği hükme bağlanmıştır. Anayasa’nın 124. maddesi uyarınca Başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzel kişilerinin, kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla, yönetmelikler çıkarabilecekleri öngörülmektedir. Bakanlık, Kanun’da çerçevesi çizilmiş herhangi bir hükmün uygulamasını göstermek ve bu hükme aykırı olmamak şartıyla yönetmelik çıkarabilecektir. Dava konusu kural uyarınca çıkarılacak yönetmeliklerin gerekli şartları taşıyıp taşımadığı ise Anayasa’nın 125. maddesi uyarınca yargı denetimine tabi olacaktır. Dolayısıyla dava konusu kuralın “Kanun’un uygulanmasına dair diğer usul ve esaslar”ın Bakanlıkça hazırlanacak yönetmelikler ile düzenleneceğine ilişkin bölümü yönünden de belirsizlik ve yasama yetkisinin devri söz konusu değildir.

Açıklanan nedenlerle ve Kanun’un 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendi ile 3. maddesi yönünden belirtilen gerekçelerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 7. ve 123. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.

Kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 5., 6., 8., 11. ve 36. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.

H- Kanun’un 9. Maddesinin (1) ve (2) Numaralı Fıkralarının İncelenmesi

1- (1) Numaralı Fıkra

Dava dilekçesinde, Kanun uyarınca yapılacak planların imar mevzuatına tabi olmamasının, ülkemizin sahip olduğu doğal ve kültürel zenginlikleri koruma altına alan kuralların uygulanmasından vazgeçilmesi anlamına geldiği, anılan mevzuatta plan yapımına ilişkin getirilen hükümlerin sağlıklı yaşam çevrelerinin oluşturulması amacıyla belirlenmiş standartlar ve kurallar olduğu, 3194 sayılı Kanun’da ve ilgili diğer mevzuatta var olan kısıtlamalara ve askı ilan sürelerine uyulmayacağına ilişkin bir düzenlemeye yer verilmesinin halkın bilgilenme, katılım ve itiraz haklarını elinden aldığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 10., 36., 125. ve 153. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

a- Birinci Cümle

6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava konusu kural Anayasa’nın 7. maddesi yönünden de incelenmiştir.

Dava konusu kuralın birinci cümlesiyle, Kanun uyarınca yapılacak olan planların, 3194 sayılı Kanun ile imara ilişkin hükümler ihtiva eden özel kanunlar da dâhil olmak üzere diğer mevzuatta belirtilen kısıtlamalara tabi olmadığı kurala bağlanmıştır.

İmar mevzuatındaki kısıtlamalara tabi olmama, başta 3194 sayılı Kanun olmak üzere imara ilişkin düzenleme içeren kanunlar ve ikincil düzenlemelerdeki kısıtlamalarla bağlı olmamayı ifade eder. Bu düzenlemelerin amacı 3194 sayılı Kanun’un 1. maddesinde, “yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü sağlamak” olarak ifade edilmiştir. Bu amacın gerçekleşebilmesi, imar planlarının, ilgili düzenlemelerde öngörülen yöntem, esas ve sınırlamalara uyulmak suretiyle hazırlanması, onaylanması ve değiştirilmesi hâlinde mümkün olacaktır.

Anayasa’nın 5. ve 56. maddelerinde ifadesini bulan ödevlerin somut tedbirlerle nasıl yerine getirileceği şüphesiz kanun koyucunun takdirindedir. Bu anlamda kanun koyucu imar mevzuatıyla da bağlı değildir. Bununla birlikte söz konusu ödevlerin ne şekilde yerine getireceğine ilişkin yeni bir kanuni düzenleme yapılmaksızın idarenin var olan imar mevzuatındaki kısıtlamaların dışında tutulması, Anayasa’nın anılan maddeleriyle bağdaşmaz.

Diğer taraftan Anayasa Mahkemesi kararları ve Danıştay içtihatlarında, imar planlarının, imara ilişkin kanunlarda belirtilen ilkelerin belli bir bölgenin özel koşulları da dikkate alınarak uygulanmasını sağlayan kuralları öngörmesi nedeniyle “düzenleyici işlem” niteliğinde olduğu kabul edilmektedir.

Dava konusu kuralla, imara ilişkin hüküm ihtiva eden kanunlarda belirtilen kısıtlamalarla bağlı olmaksızın plan yapma yetkisi verilmesi, yürütme organının, Kanun’un uygulandığı alanlarda, imara ilişkin konuları herhangi bir kanuni düzenlemeye dayanmaksızın ilk elden düzenleyebilmesi sonucunu doğurur. Bu durum, yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesi ile bağdaşmaz.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 5., 7. ve 56. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.

Kural, Anayasa’nın 2., 5., 7. ve 56. maddelerine aykırı bulunarak iptal edildiğinden, ayrıca Anayasa’nın 36. ve 125. maddeleri yönünden incelenmesine gerek görülmemiştir.

Kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 10. ve 153. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.

b- İkinci Cümle

Dava konusu kuralın ikinci cümlesiyle, Kanun’a tabi riskli yapılar, riskli alanlar ve rezerv yapı alanları hakkında 7269 sayılı Kanun’un uygulanıyor olmasının Kanun’un uygulanmasına engel teşkil etmeyeceği hükme bağlanmıştır.

7269 sayılı Kanun’un 1. maddesinde, anılan Kanun hükümlerinin, deprem, yangın, su baskını, yer kayması, kaya düşmesi, çığ ve benzeri afetlerde; yapıları ve kamu tesisleri genel hayata etkili olacak derecede zarar gören veya görmesi muhtemel olan yerlerde alınacak tedbirler ile yapılacak yardımlar hakkında uygulanacağı düzenlenmiştir.

Kanun, afet meydana gelmeden önce gerekli tedbirlerin alınmasını amaçlarken, 7269 sayılı Kanun meydana gelmiş afetlerden sonra alınacak tedbirleri ve yapılacak yardımları düzenlemektedir. Ancak Kanun’un böyle bir amaç taşıması, onun afete maruz kalmış riskli bölgeler veya riskli yapılar hakkında uygulanmasına engel değildir. İşte kanun koyucunun dava konusu ikinci cümleyle her iki kanunun da kapsamına girecek yerler bakımından ortaya çıkacak tereddüdü gidermek için riskli yapılar, riskli alanlar ve rezerv yapı alanları hakkında 7269 sayılı Kanun’un uygulanıyor olmasının Kanun’un uygulanmasına engel teşkil etmeyeceğine vurgu yapmak istediği anlaşılmaktadır.

Kanun koyucunun daha önce başka bir kanunla düzenlediği bir alanı sonradan farklı bir kanunla düzenlemesinde, Anayasa’ya aykırı bir yön bulunmamaktadır. Kaldı ki, iki kanunun hükümlerinin çatışması hâlinde ise önceki-sonraki kanun, genel-özel kanun ilkeleri uyarınca bu çatışmanın önlenmesi suretiyle belirsizliğin giderilmesi mümkündür.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. maddesine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.

Kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 5., 10., 36., 125. ve 153. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.

 2- (2) numaralı Fıkra

Dava dilekçesinde, toplam on iki kanunun, Kanun’un uygulanmasını engelleyici hükümlerinin uygulanmayacağının belirtilmesiyle her türlü alanın yapılaşmaya açılmış olduğu, Kanun’un uygulanması sırasında, riskli alanlar ve riskli yapılar konusunda kamusal nitelikli hiçbir koruma olanağı kalmadığı, doğal, kentsel ve arkeolojik sit alanlarında dilediğince tasarrufta bulunulma imkânı tanındığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 10., 36., 125. ve 153. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava konusu kural Anayasa’nın 43., 44., 45., 56., 63. ve 169. maddeleri yönünden de incelenmiştir.

Dava konusu kuralla, Kanun kapsamındaki alanlarda, anılan Kanun’un öngördüğü uygulamaların zaruri kılması hâlinde, bu uygulamaların gerektirdiği iş ve işlemler hakkında;

a- 3573 sayılı Kanun’un,

b- 6831 sayılı Kanun’un,

c- Afete maruz bölgeye ilişkin hükümleri saklı kalmak kaydıyla 7269 sayılı Kanun’un,

ç- 189 sayılı Kanun’un,

d- 2565 sayılı Kanun’un,

e- 2634 sayılı Kanun’un,

f- 2863 sayılı Kanun’un,

g- 3621 sayılı Kanun’un,

ğ- 4342 sayılı Kanun’un,

h- 5366 sayılı Kanun’un,

ı- 5403 sayılı Kanun’un,

i- Geri Görünüm ve Etkilenme Bölgeleri Bakımından 2960 sayılı Kanun’un,

dava konusu Kanun’un uygulanmasını engelleyici hükümleri ve diğer kanunların bu Kanun’a aykırı hükümlerinin uygulanmayacağı ancak Kanun’un öngördüğü uygulamalar sırasında, bahsedilen kanunların amaçlarının ayrıca gözetileceği; uygulamalar için 6831 sayılı Kanun’a tabi alanların kullanılmasının zaruri olduğu hâllerde, başka yerlerde en az bu alanlar kadar alanın ağaçlandırılmasının, 3573 sayılı Kanun’a tabi alanların kullanılması zaruri olduğu hâllerde ise başka yerlerde en az bu alanlar kadar alanın zeytinlik alan hâline getirilmesinin mecburi olduğu hükme bağlanmıştır.

Anayasa’nın 43. maddesinde “kıyılar”; 44. maddesinde “toprak”; 45. maddesinde “tarım arazileri ile çayır ve meralar”; 63. maddesinde “tarih, kültür ve tabiat varlıkları”; 169. maddesinde “ormanlar” yönünden güvenceler öngörülmüştür. Ayrıca Anayasa’nın 56. maddesinde “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı” düzenlenmiştir.

Devlete verilen bu görevlerin, Anayasa’da güvence altına alınan yerlere ilişkin özel kanunlarla da yaşama geçirileceğinde kuşku bulunmamaktadır. Dava konusu kuralın (ç) ve (d) bentleri dışındaki bentlerinde sayılan kanunlar bu kapsamdadır.

Anayasa’nın yukarıda belirtilen maddelerinde ifadesini bulan ödevlerin somut tedbirlerle nasıl yerine getirileceği şüphesiz kanun koyucunun takdirindedir. Bu anlamda kanun koyucu dava konusu kuralda sayılan kanunlar ile sayılmayan diğer kanunların hükümleriyle bağlı değildir. Bununla birlikte söz konusu ödevlerin ne şekilde yerine getireceğine ilişkin yeni bir kanuni düzenleme yapılmaksızın idarenin Kanun’u uygularken anılan kanunlardaki kısıtlamaların dışında tutulması, Anayasa’nın sözü edilen maddelerinde öngörülen koruma ödevleriyle bağdaşmaz.

Dava konusu kuralda, “Ancak, bu Kanunun öngördüğü uygulamalar sırasında, bahsedilen kanunların amaçları ayrıca gözetilir. Uygulamalar için 6831 sayılı Kanuna tabi alanların kullanılması zaruri olduğu takdirde, başka yerlerde en az bu alanlar kadar alanın ağaçlandırılması, 3573 sayılı Kanuna tabi alanların kullanılması zaruri olduğu takdirde de, başka yerlerde en az bu alanlar kadar alanın zeytinlik alan hâline getirilmesi mecburidir.” denilmiş olması da bu durumu değiştirmemektedir. Çünkü anılan hüküm, Anayasa’da koruma altına alınan yerlerin anayasal güvenceler dikkate alınarak ne şekilde kullanılacağına ilişkin usul ve esasları değil, idarenin takdirine bağlı olarak gerçekleşecek kullanımın sonuçlarının nasıl giderileceğini düzenlemektedir. Kaldı ki kullanımın sonuçlarının giderilmesi de kural kapsamına giren ve anayasal koruma altında bulunan tüm yerlere ilişkin değildir.

Diğer taraftan dava konusu kuralın (ç) bendinde yer alan 189 sayılı Kanunla, milli savunma ihtiyaçları için anılan Kanun’un neşri tarihine kadar gerek muhtelif kanunlara ve 3887 sayılı Kanun’a göre iktisap edilen, gerekse tahsisli ve tahsissiz olarak işgal edilmek suretiyle kullanılan devlete ait gayrimenkullerden hizmet için lüzumu kalmayanların Milli Savunma Bakanlığı ile mutabık kalınarak tahsislerinin kaldırılması ve satılmasına ilişkin usul ve esaslar; (d) bendinde yer alan 2565 sayılı Kanunla ise yurt savunması bakımından hayati önemi haiz askeri tesisler ve bölgeler ile sınırların, güvenlik ve gizliliğini sağlamak için bunların çevrelerinde, kıyılarında ve havalarında; kara, deniz ve hava askeri yasak bölgelerinin, yurt savunması veya yurt ekonomisine önemli ölçüde katkıda bulunan veya kısmen dahi tahripleri veya devamlı olarak ya da geçici bir zaman için faaliyetten alıkonulmaları halinde milli güvenlik veya toplum hayatı bakımından olumsuz sonuçlar doğurabilecek diğer askeri tesis ve bölgeler ile kamu veya özel kuruluşlara ait her türlü yer ve tesislerin etrafında güvenlik bölgelerinin kurulması, kaldırılması ve gerektiğinde genişletilmesine ilişkin usul ve esaslar düzenlenmektedir.

Anılan kanunların düzenleme alanı doğrudan Anayasa’da koruma altına alınan yerlerle ilgili değilse de burada da sınırları kanunla çizilmeyen belirsiz bir alanda yürütme organına uygulama yetkisi verilmektedir. Bu durum, hukuk devletinin bir gereği olan “belirlilik” ilkesiyle bağdaşmaz.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 5., 43., 44., 45., 56., 63. ve 169. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.

Kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 10., 36., 125. ve 153. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.

I- Kanun’un 12. Maddesiyle, 2942 sayılı Kanun’un 15. Maddesinin Birinci Fıkrasının Değiştirilen Birinci Cümlesi ve Sekizinci Fıkrası ile Maddeye Onbirinci Fıkradan Sonra Gelmek Üzere Eklenen Fıkranın İncelenmesi

Dava dilekçesinde ve başvuru kararlarında, 2942 sayılı Kanun’un 15. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesindeki değişikliğin, bilirkişi seçim sisteminin tarafsızlığını şüpheli hâle getireceği, aynı maddenin sekizinci fıkrasındaki değişiklikle valilerin bilirkişinin belirlemesi sürecine dâhil edilmesinin yargı bağımsızlığını zedeleyeceği ve kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı olduğu, valilik makamının kamulaştırma yoluna gitmesi durumunda (il özel idarelerinin yapacağı kamulaştırma işlemlerinde) taraflardan birisinin bilirkişi seçiminde diğerine göre üstün hâle getirilmesinin kanun önünde eşitlik ilkesini zedeleyeceği, valiliğin yaptığı kura çekme işleminin idari bir işlem olması nedeniyle, buna itirazın davaya bakan mahkeme yerine idari yargıya yapılması gerektiği, maddeye eklenen fıkra uyarınca gayrimenkul değerleme uzmanlarının listesinin Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) tarafından valiliklere gönderilip kamulaştırma değer tespitlerinin bunlara yaptırılacak olmasının, bu alanın, mimar ve mühendisler dışında işletme, iktisat, maliye gibi sosyal bilimlerde eğitim almış kişilere açılmış olması anlamına geleceği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 8., 9., 10., 36., 125. ve 138. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

2942 sayılı Kanun’un 15. maddesinde, kamulaştırma davalarında görevlendirilecek bilirkişilerin belirlenmesinin usul ve esasları düzenlenmiştir. Bu kapsamda, anılan maddenin birinci fıkrasının dava konusu değiştirilen birinci cümlesiyle, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğine bağlı meslek odalarının her biri tarafından, üyelerinin oturdukları yer göz önünde bulundurularak; illerden nüfusu beşyüzbinin altında olanlar için yirmibeş ila elli, nüfusu beşyüzbin ile birmilyon arasında olanlar için elli ila yüz, nüfusu birmilyon ile üçmilyon arasında olanlar için yüz ila yüzelli, nüfusu üçmilyonun üzerinde olanlar için yüzelli ila üçyüzelli bilirkişinin, ayrıca il merkezleri için il idare kurulları ve ilçeler için ilçe idare kurulları tarafından, bu bölgelerde oturan ve mühendis veya mimar olan taşınmaz mal sahipleri veya kiracılar arasından nüfusa göre belirlenen bilirkişi sayılarının en az üçte biri kadar bilirkişinin her yıl ocak ayının ilk haftasında seçilerek isim ve adreslerini belirten listelerin valiliklere verileceği hükme bağlanmıştır.

Dava konusu değiştirilen cümlede, özü itibariyle değişiklik yapılmamış, bilirkişi listelerini belirleyip valiliklere gönderecek mercilerin seçecekleri bilirkişilerin sayıları artırılmıştır. Dava konusu kuralın gerekçesinde, bunun nedeni, Kanun uygulamalarına bağlı olarak kamulaştırma ihtilaflarının artmasının beklenmesi, bundan dolayı artacak bilirkişi ihtiyacının karşılanması olarak ifade edilmiştir. Bunun meşru bir amaç olduğunda kuşku bulunmamaktadır.

Diğer taraftan somut bir davaya bağlı olmaksızın belli tür davalarda yararlanılmak üzere önceden bilirkişi listeleri hazırlanması, esas itibariyle belli konularda bilirkişilik yapabilecek uzman kişilerin bir havuzda toplanması, gerek duyulduğunda bunlara ulaşılmasının kolaylaştırılması amacına hizmet etmektedir. Nitekim benzer bir usule yer verilen 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun gerekçesinde, önceden bilirkişi listelerinin oluşturulmasının nedenine ilişkin olarak, “Böylelikle bilirkişilerin uzman kişilerden oluşması, hukukî konularda gereksiz yere bilirkişiye başvurulmaması ve denetimi sağlanmak istenmiştir.” denilmiştir.

Önceden bilirkişi listesi hazırlanması, somut bir davaya bağlı olmaksızın genel olarak belli konularda görüşünden yararlanılabilecek kişilerin isimlerinin belirlenmesine ilişkin ön bir çalışmadır. Bu hâliyle, somut bir davada bilirkişi atanması işleminden farklıdır. Dolayısıyla, genel yargılama usulüne paralel olarak, bununla birlikte kamulaştırma davalarının özellikleri dikkate alınarak somut bir davayla ilgili olmaksızın kamulaştırma davalarında görüşlerinden yararlanılacak kişilerin isimlerinin, konuyla ilgili uzmanlığı olan meslek mensuplarının üye olduğu Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğine bağlı meslek odaları ile il ve ilçe idare kurulları tarafından ön çalışma niteliğinde liste hâline getirilip mahkemelere bildirilmek üzere valiliklere verilmesinde, Anayasa’ya aykırı bir yön bulunmamaktadır.

Somut bir kamulaştırma davasında görev yapacak bilirkişilerin belirlenmesi usulü ise maddenin dava konusu değiştirilen sekizinci fıkrasında düzenlenmiştir. Fıkrayla, tarafların mahkemelere bildirilen listelerde yazılı olanlar ve önceki fıkrada belirtilen kimseler arasından bilirkişi seçmekte anlaşamamaları hâlinde, bilirkişilerin, hâkim kararı ile tayin edilen gün ve saatte, valilikçe, tarafların huzurunda ve gelmeyenin gıyabında kura yolu ile seçileceği, valiliğin, kuranın adil olarak yapılabilmesi için gerekli tedbirleri alacağı, kuraya ilişkin itirazların, davanın görüldüğü mahkemece karara bağlanacağı düzenlenmiştir.

Anılan fıkrada Kanunla yapılan değişiklikle, öncelikle tarafların bilirkişi seçme konusunda anlaşmaları muhafaza edilmiş ancak anlaşmanın sağlanamaması hâlinde ne yapılacağı konusunda farklılık oluşturulmuştur. Değişiklikten önceki düzenlemede hâkim tarafından resen seçimin yapılacağı düzenlenmişken, değişiklikten sonra hâkim kararıyla tayin edilen gün ve saatte, valilikçe, tarafların huzurunda ve gelmeyenin gıyabında kura yolu ile seçileceği, kuraya ilişkin itirazların, davanın görüldüğü mahkemece karara bağlanacağı öngörülmüştür.

Kura, kelime anlamı itibariyle “iki veya daha çok aday arasında bir sıralama, bir ayırma yapılacağı zaman her birinde bir tek ad yazılı kâğıtları bir araya getirip karıştırdıktan sonra birini çekerek veya özel bir bilgisayar yazılımıyla adları belirleme, ad çekme”, “kime veya neye isabet edeceği önceden belli olmayan bir çekimle sonucu belirleme” olarak ifade edilmektedir. Kura çekme işlemi sonucu birden fazla seçenek arasından yapılan belirlemede, kura çekenin iradesinin hiçbir etkisi bulunmamaktadır. Dolaysıyla tarafların anlaşamamaları hâlinde valilikler tarafından kura çekilerek yapılan bilirkişi belirlemesinde valiliği temsil eden ilgili kamu görevlisinin iradesinin sonuca etkisi bulunmamaktadır. Kaldı ki mahkemeler kura işlemine ilişkin sürecin dışına çıkarılmamıştır. Bu işlem, hâkimin belirleyeceği gün ve saatte, gelmeleri hâlinde tarafların huzurunda yapılacak, işlemle ilgili olarak davaya bakan mahkemeye itiraz edilebilecektir.

6100 sayılı Kanun’un ilgili hükümleri uyarınca, seçilmesinden görevinin sona ermesine kadar tüm aşamalarda gerek davanın tarafları ve gerekse de davaya bakan mahkemenin gözetim ve denetimi altında bulunan, tarafsız ve bağımsız davranması için gerekli tedbirler alınmış olan, yaptığı inceleme sonucu belirttiği görüşü davaya bakan mahkemeyi bağlamayan bilirkişilerin, tarafların anlaşamamaları üzerine valilikçe, onu temsil edenlerin iradesinin sonuca etkisi olmaksızın, hepsi yeterli ehliyete sahip olan uzmanlar arasından kura çekimi yoluyla belirlenmesinde, mahkemelerin tarafsızlık ve bağımsızlığını zedeleyecek bir durum söz konusu değildir. İrade kullanılmasının söz konusu olmadığı kura işleminin idarenin bir temsilcisi tarafından yapılarak bilirkişinin belirlenmesi, yargı yetkisinin kullanılması anlamına gelmeyip bu durum kuvvetler ayrılığı ilkesini de zedelemez.

Ayrıca adil yargılanma hakkının unsurlarından biri de silahların eşitliği ilkesidir. Silahların eşitliği ilkesi davanın taraflarının usuli haklar bakımından aynı koşullara tabi tutulması ve taraflardan birinin diğerine göre daha zayıf bir duruma düşürülmeksizin iddia ve savunmalarını makul bir şekilde mahkeme önünde dile getirme fırsatına sahip olması anlamına gelir. Bununla birlikte, kura işlemini gerçekleştirenin iradesinin sonuca etki etmeyeceği dikkate alındığında, kamulaştırma davasının taraflarından birinin valilikle bağlantılı olması hâlinde bile bilirkişinin valilikçe çekilecek kurayla belirlenmesinin diğer tarafı zayıf duruma düşürdüğünden, dolayısıyla silahların eşitliği ilkesinin zedelendiğinden söz edilemez.

Dava dilekçesinde, idari bir işlem olan kuraya ilişkin itirazların, idari yargı yerine davanın görüldüğü mahkemece karara bağlanmasının Anayasa’nın 125. maddesine aykırı olduğu da ileri sürülmüştür.

Anayasa’nın 125. maddesinin birinci fıkrasında, “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır”; 155. maddesinin birinci fıkrasında ise “Danıştay, idarî mahkemelerce verilen kanunun başka bir idarî yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunda gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar.” hükmü yer almaktadır.

Anayasa Mahkemesinin daha önceki kimi kararlarında da belirtildiği üzere, tarihsel gelişime paralel olarak Anayasa’da adli ve idari yargı ayrımına gidilmiş ve idari uyuşmazlıkların çözümünde idare ve vergi mahkemeleriyle Danıştay yetkili kılınmıştır. Bu nedenle, genel olarak idare hukuku alanına giren konularda idari yargı, özel hukuk alanına giren konularda adli yargı görevli olacaktır. Bu durumda idari yargının görev alanına giren bir uyuşmazlığın çözümünde adli yargının görevlendirilmesi konusunda kanun koyucunun mutlak bir takdir yetkisinin bulunduğunu söylemek olanaklı değildir. Ancak idari yargının denetimine bağlı olması gereken idari bir uyuşmazlığın çözümü, haklı neden ve kamu yararının bulunması hâlinde kanun koyucu tarafından adli yargıya bırakılabilir.

Türk hukukunda öteden beri kamulaştırma işlemlerinin iptali davaları bakımından idari yargı, kamulaştırma bedelinin tespiti, tapu iptal ve tescil davaları bakımından ise adli yargı görevlendirilmiştir. Dava konusu kural, adli yargıda görülen kamulaştırma bedelinin tespiti davaları kapsamında yapılacak bilirkişilerin seçimiyle ilgilidir. Adli yargıda görülmekte olan bir davada tarafların anlaşamamaları hâlinde valilikler tarafından kurayla bilirkişilerin belirlenmesi işlemine karşı itirazların yine aynı davaya bakmakta olan mahkeme tarafından incelenmesinde, usul ekonomisi ilkesi dikkate alındığında haklı neden olduğu ve kamu yararı bulunduğu açıktır.

Diğer taraftan maddenin onbirinci fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen dava konusu fıkrasıyla, SPK’ya kayıtlı olarak faaliyet gösteren lisanslı değerleme kuruluşlarının isim ve adreslerini belirten listelerin, her yıl ocak ayı içinde, ikinci fıkradaki mahkemelere bildirilmek üzere SPK’ca valiliklere gönderileceği; yeterli sayıda değerleme uzmanı bulunan yerlerde, 10. maddede öngörülen değer tespitlerinin, bilirkişi sıfatıyla öncelikle SPK’dan lisanslı değerleme uzmanlarına, taşınmaz geliştirme konusunda yüksek lisans veya doktora yapmış olan uzmanlara yaptırılacağı hükme bağlanmıştır.

Dava dilekçesinde, değişiklikten önce, kanunla kurulmuş, yöneticileri seçimle işbaşına gelen, kamu kurumu niteliğindeki Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği üyeleri tarafından yürütülen bilirkişilik hizmetlerinin tarafsız ve yansız olduğu ileri sürülmüş ise de kanunla kurulmuş, yöneticileri seçimle işbaşına gelen, kamu kurumu niteliğindeki bir birlik üyesi tarafından yapılması, tek başına bilirkişilik hizmetlerinin tarafsız olduğu anlamına gelmeyeceği gibi bu nitelikte bir birliğe üye olmayan kişilerin yaptıkları bilirkişilik hizmetleri de sırf bu nedenle tarafsız olmaktan çıkmaz.

6100 sayılı Kanun’da, bilirkişilerin tarafsızlığını korumalarını sağlamak amacıyla öngörülmüş birçok hüküm bulunmakta olup bilirkişilik hizmeti her aşamada gerek tarafların gerekse davaya bakan mahkemenin gözetim ve denetimi altındadır. Kaldı ki, gayrimenkul değerleme uzmanları da 6362 sayılı Kanun’un 76. maddesi uyarınca, kanunla kurulmuş, tüzel kişiliği haiz, kamu kurumu niteliğinde bir meslek kuruluşu olan Türkiye Değerleme Uzmanları Birliğine üye olmak zorundadırlar. Bu yönden mimar ve mühendislerle aralarında herhangi bir fark bulunmamaktadır.

Öte yandan dava konusu kuralda belirtilen kişiler, değerleme uzmanları ile taşınmaz geliştirme konusunda yüksek lisans veya doktora yapmış olan uzmanlardır. Yapacakları iş ise uzmanlık alanları kapsamında olan 2942 sayılı Kanun’un 10. maddesinde öngörülen değer tespitleridir. Bu kişilere, uzmanlık alanlarına dâhil olan bir konuda yapılacak bilirkişilik hizmeti bakımından öncelik tanınmasının Anayasa’ya aykırı bir yönü bulunmamaktadır.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu kuralın Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 8., 9., 36., 125. ve 138. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.

Osman Alifeyyaz PAKSÜT ile Zehra Ayla PERKTAŞ bu görüşe katılmamışlardır.

Kuralın, Anayasa’nın 10. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.

J- Kanun’un 14. Maddesiyle, 3194 sayılı Kanun’a Eklenen Ek 5. Madde ile Geçici 14. Maddenin İncelenmesi

Dava dilekçesinde, belediyelerin imarla ilgili yönetmeliklerinin Bakanlığın onayından sonra Resmî Gazete’de yayımlanmasının ağır bir vesayet düzeni oluşturduğu, bunun yerine Bakanlığın, belirli standartlar getirerek yönetmeliklerin buna uygun yapılmasını isteyebileceği, uygun olmadığını düşündükleri hakkında yargıya başvurarak iptallerini sağlayabileceği, doğrudan onay mekanizmasının demokrasiyle bağdaşmayacağı, imarla ilgili yapılmış yasal düzenlemelerin sağlıklı bir yaşam çevresinin oluşturulması amacıyla belirlenmiş standartlar ve kurallar içerdiği, plan yoluyla sağlıklı bir yaşam çevresi oluşturmanın ön koşulu olan kurallardan vazgeçilmesiyle devletin, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alması gerektiği kuralının ihlal edildiği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 36. ve 125. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava konusu kural Anayasa’nın 127. maddesi yönünden de incelenmiştir.

Dava konusu kurallarla, belediyeler tarafından imar uygulamalarına ilişkin çıkarılacak yönetmeliklerin Bakanlığın onayına sunulması, eski yönetmeliklerin de bir yıl içinde aynı usulle yenilenmesi öngörülmektedir. Bu kapsamda dava konusu ek madde 5 ile, 5393 sayılı Kanun ve 3194 sayılı Kanun’a göre çıkarılacak yönetmeliklerden imar uygulamalarına ilişkin olanların, 3194 sayılı Kanun ile bu Kanun uyarınca yürürlüğe konulan yönetmelikler ve beldenin şartları da gözetilerek, Bakanlık tarafından onaylandıktan sonra Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe gireceği düzenlenmiştir.

Dava konusu geçici madde 14 ile ise bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce belediyelerce imar uygulamalarına ilişkin olarak çıkarılmış olan yönetmeliklerin, ek 5. maddedeki esaslar çerçevesinde bu maddenin yayımı tarihinden itibaren en geç bir yıl içinde hazırlanarak anılan maddedeki usule göre yürürlüğe konulacak yönetmeliklerle değiştirileceği, aksi takdirde, anılan yönetmeliklerin bir yıllık sürenin bittiği tarih itibarıyla yürürlükten kalkacağı kurala bağlanmıştır.

Anayasa’nın 127. maddenin beşinci fıkrasında, merkezî idarenin, mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idari vesayet yetkisine sahip olduğu belirtilmiştir.

İdari vesayet yetkisi, hiyerarşik denetimde olduğu gibi genel bir yetki olmayıp kanunla çerçevesi çizilen sınırlar içerisinde kullanılması gereken istisnai bir yetkidir. İstisnailik ve kanunilik idari vesayetin en belirgin iki temel özelliğidir. Bu bağlamda vesayet, merkezî idareye “görev” değil “yetki” olarak verildiğinden mutlak bir kullanım zorunluluğu da içermez. Anayasa’da belirtilen amaç ve çerçeve içinde kalmak koşuluyla bu yetkinin kapsam ve sınırını belirleme yetkisi kanun koyucuya aittir. Vesayet makamlarınca bu yetki yerinden yönetim kuruluşunun işlemlerini “iptal”, “onama”, “erteleme”, “izin verme”, “tekrar görüşülmesini isteme”, “düzeltme” şeklinde kullanılabileceği gibi bunların organlarının kararlarına karşı idari yargı mercilerinde “dava açma” yetkisi şeklinde de kullanılabilir.

İmara ilişkin ikincil düzenlemeler, merkezî idare ile mahallî idareler arasında işbirliği ve uyumu gerektirebilir. Dava konusu kurallar uyarınca, belediyeler tarafından imar uygulamalarına ilişkin çıkarılacak yönetmeliklerin Bakanlığın onayına sunulması, eski yönetmeliklerin de aynı usulle yenilenmesi, Anayasa’nın 127. maddesinde öngörülen merkezî idarenin mahallî idareler üzerindeki idari vesayet yetkisinin yansıması niteliğinde olup bu şekilde bir düzenleme yapılması kanun koyucunun takdirindedir.

Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 127. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.

Kuralın, Anayasa’nın 36. ve 125. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.