4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun dördüncü kitabının üçüncü kısmında, “sınırlı ayni haklar” düzenlenmiş, bu haklar arasında “taşınmaz rehni”ne de yer verilmiştir. Anılan Kanun’un 850. maddesinde, “ipotek”, taşınmaz rehni türleri arasında sayılmıştır. İpoteği de içerecek şekilde rehin hakları, borcun ifa edilmemesi hâlinde, alacaklıya rehin konusu şeyi icra vasıtasıyla cebren sattırıp satış değeri üzerinden alacağını öncelikle tahsil etme hakkı verir. Sınırlı ayni hak niteliğindeki böyle bir hakkın taşınmaz üzerinde tesis edilmesinin taşınmaz malikinin mülkiyet hakkını sınırlandıracağında kuşku bulunmamaktadır. Dolayısıyla, dava konusu kuralın sekizinci cümlesi uyarınca, Bakanlık veya idare tarafından yapılan riskli yapı tespit işleminin masrafı tutarında ilgili taşınmazın tapu kaydındaki arsa payları üzerine müşterek ipotek belirtmesinde bulunulması mülkiyet hakkına yönelik bir sınırlama teşkil etmektedir.
Dava konusu kuralın birinci cümlesine ilişkin inceleme sırasında belirtilen gerekçelerle, yapı maliklerinin riskli yapının tespitinde şahsi menfaatleri bulunmaktadır. Anılan cümle uyarınca öncelikle malikler tarafından yaptırılması gereken tespit işlemlerinin süresinde yapılmaması nedeniyle Bakanlık veya idarece yaptırılmasından doğan kamu alacağının güvence altına alınması için ilgili taşınmazın tapu kaydındaki arsa payları üzerinde ipotek tesis edilmesi suretiyle mülkiyet hakkının sınırlandırılmasında kamu yararı bulunmaktadır.
Bununla birlikte, dava konusu kuralın sekizinci cümlesinde, binanın paydaşlarının “müteselsil” sorumlu olmalarını sağlamak üzere tapu kaydındaki arsa payları üzerine, “müşterek ipotek” belirtmesinde bulunulacağı düzenlenmiştir. Bu durumda paydaşlardan herhangi biri, arsa payı üzerindeki ipoteği kaldırmak istediğinde, tespit masraflarının kendi hissesine düşen bölümünü ödemesi yeterli olmayacak, diğer paydaşların ödemeye yanaşmaması hâlinde masrafların tamamını ödemek zorunda kalacaktır. Binanın paydaşlarının bu şekilde orantılı olmayan yükümlülük altına sokulması, Anayasa’nın 13. maddesinde temel hakların sınırlandırılmasının ölçütleri arasında yer verilen “ölçülülük” ilkesine aykırılık oluşturmakta, amaçlanan kamu yararı ile paydaşların mülkiyet hakkı arasında kurulması gereken adil dengeyi bozmaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
Hicabi DURSUN, Erdal TERCAN, Muammer TOPAL ile Zühtü ARSLAN bu görüşe katılmamışlardır.
Kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 6., 7., 8., 11., 123. ve 127. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
2- (3) Numaralı Fıkra
Dava dilekçesinde, dava konusu kural kapsamındaki alanların nasıl kullanılacağının belirli olmadığı, kanun koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye yetki vermemesi, sınırsız, belirsiz bir alanı, yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerektiği, kamu kurum ve kuruluşlarına tahsisli alanların kolayca TOKİ’ye ve idareye bedelsiz devredilmesinin önünün açıldığı, askeri alanlar da dâhil olmak üzere riskli alanlarda ve rezerv yapı alanlarında olup Hazinenin mülkiyetindeki alanların yapılaşmaya açıldığı, tükenme noktasına gelen kamu mülklerinden kalan son parçaların da satışa konu edildiği, kentsel, sosyal ve teknik altyapı alanları için kullanılması gereken bu alanların tümüyle ortadan kalkmasına neden olunduğu, kentlerde asıl söz sahibi olması gereken mahallî idareleri devre dışı bırakacak uygulamalara, farklı siyasi partilere mensup belediyeler arasında ayrımcılık yapılmasına olanak tanındığı, Anayasa’nın Başlangıç’ında yer alan “ulusal çıkarların üstünlüğü”, “bağımsızlık ve ülke güvenliği” kavramları ve Anayasa’nın 5. maddesinde yer alan “toplumun huzuru” kavramlarıyla bağdaşmayan düzenleme yapıldığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 6., 7., 8., 11., 43. ve 123. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralla, Bakanlığın talebi üzerine riskli alanlarda ve rezerv yapı alanlarında olup “Hazinenin özel mülkiyetinde bulunan taşınmazlar”dan kamu idarelerine tahsisli olanların, ilgili kamu idaresinin görüşü alınarak (189 ve 2565 sayılı Kanunlar kapsamında bulunan yerler için Millî Savunma Bakanlığının uygun görüşü alınarak), Maliye Bakanlığının teklifi ve Bakanlar Kurulu kararıyla; kamu idarelerine tahsisli olmayanların ise ilgili kamu idaresinin görüşü alınarak Maliye Bakanlığınca, Çevre ve Şehircilik Bakanlığına tahsis edilmesi veya Bakanlığın talebi üzerine TOKİ’ye ve idareye bedelsiz olarak devredilmesi hükme bağlanmıştır.
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 45. maddesi, 26557 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Hazine Taşınmazlarının İdaresi Hakkında Yönetmelik’in 4. maddesi ile 4721 sayılı Kanun’un 997 ila 999. maddeleri birlikte değerlendirildiğinde, “Hazinenin özel mülkiyetinde bulunan taşınmaz” kavramının, genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinin edindiği, tapuda Hazine adına kayıtlı olan ancak özel mülkiyete konu olabilen, Devletin üzerinde kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma gibi özel mülkiyete ilişkin yetkileri (mülkiyetin devri, kiralama vs. gibi) kullanabildiği taşınmazları ifade ettiği anlaşılmaktadır.
Kuralın uygulaması, “riskli alanlarda” ve “rezerv yapı alanlarında” bulunan Hazinenin özel mülkiyetindeki taşınmazlarla sınırlandırılmıştır. Kanun’un 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (c) bendinde rezerv yapı alanı, Kanun uyarınca gerçekleştirilecek uygulamalarda yeni yerleşim alanı olarak kullanılmak üzere belirlenen alan; (ç) bendinde ise riskli alan zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığı belirlenen alan olarak tanımlanmıştır. Kanun’un 1. maddesinde ise “Bu Kanunun amacı; afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemektir.” denilmiştir. Buna göre, Hazinenin özel mülkiyetinde bulunup da dava konusu kural uyarınca Bakanlığa tahsis edilecek, TOKİ ve idareye devredilecek taşınmazların afet riski altındaki alanların bulundukları yerlerde (riskli alan) dönüştürülerek buralardaki iskânın yeniden düzenlenmesi, gerekliyse bunların başka yerlere nakledilmesi ve bu amaçla yeni yerleşim alanlarının (rezerv yapı alanı) oluşturulması uygulamaları için kullanılacağı açıktır. Anılan uygulamaların nasıl yapılacağı ise Kanun’un 3., 4., 5. ve 6. maddesinde ayrıntılı olarak düzenlenmiştir.
Ayrıca, Kanun’un 3. maddesinin (5) numaralı fıkrasında, “Tahsis ve devir tarihinden itibaren üç yıl içinde ve gerekli görülen hâllerde Bakanlığın talebi üzerine Maliye Bakanlığınca uzatılan süre içinde maksadına uygun olarak kullanılmadığı Bakanlıkça tespit edilen taşınmazlar, bedelsiz olarak ve resen tapuda Hazine adına tescil edilir veya önceki maliki olan kamu idaresine devredilir.” denilerek, ilgili kamu kurum ve kuruluşları, amaçlanan kamu yararının gerçekleştirilmesi konusunda belirli bir süreyle sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla, dava konusu kurala konu yerlerin nasıl kullanılacağına ilişkin belirsizlikten ve sınırları belirsiz bir alanda asli düzenleme yetkisinin yürütmeye devrinden söz edilemez.
Diğer taraftan Anayasa’da Hazinenin özel mülkiyetinde bulunan taşınmazların tahsis ve devirlerinin nasıl yapılması gerektiğine ilişkin özel bir hüküm bulunmamaktadır. Dolayısıyla kanun koyucunun, anayasal sınırlar içinde kalmak, kamu yararı ve hizmetin gereklerini dikkate almak koşuluyla anılan kamu mallarının tahsis ve devir usulünü belirleme konusunda takdir yetkisi vardır. Hazinenin özel mülkiyetinde bulunan taşınmazların afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi amacıyla kullanılmasında kamu yararı bulunduğu açıktır.
Kaldı ki, dava konusu kuralla, genel olarak Hazineye ait taşınmazların tahsis ve devir usulü, 5018 sayılı Kanun’daki düzenlemelere kıyasla ağırlaştırılmıştır. 189 ve 2565 sayılı Kanunlar kapsamındaki Hazineye ait taşınmazların devir ve tahsis usulü yönünden ise büyük ölçüde bu kanunlardaki özel hükümlere paralel düzenleme yapılmıştır. Dolayısıyla dava konusu kural kapsamındaki taşınmazların 6306 sayılı Kanun kapsamındaki tahsis ve devirlerinin kolaylaştırıldığından söz edilemez.
Öte yandan, mahallî idareler sürecin dışında da bırakılmamıştır. Kanun’un 6. maddesinin (12) numaralı fıkrası uyarınca, Bakanlıkça yetkilendirilmeleri hâlinde mahallî idareler de Kanun’da yer alan uygulamaları yapabilir ve uygulama alanlarında bulunan Hazineye ait taşınmazlardan yararlanabilirler. Bu husus dikkate alınarak dava konusu kuralla, Hazineye ait taşınmazların idareye devrine imkân tanındığı anlaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle ve Kanun’un 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde yer alan “…Bakanlık tarafından yetkilendirilmesi hâlinde…” ibaresi ve 3. maddesinin (1) numaralı fıkrasının birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci cümlelerinin incelenmesi sırasında belirtilen gerekçelerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 5., 7. ve 123. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 6., 8., 11. ve 43. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
3- (4) Numaralı Fıkra
Dava dilekçesinde, Hazine dışındaki kamu kurumlarına ait taşınmazların, riskli alanda olma koşulu aranmadan Bakanlığa tahsis edilmesinin, Bakanlık tarafından yapılaşma amacıyla kullanılmasının ve bu alanların Bakanlığın talebiyle TOKİ’ye ya da idareye bedelsiz devrinin önünün açıldığı, bu durumun şehir planlarıyla çelişen uygulamaların ortaya çıkmasına neden olacağı, kamusal hizmetler için ayrılmış olan eğitim, sağlık, sosyal ve kültürel altyapı alanlarının “Kanun’un amaçları çerçevesinde kullanılmak üzere” denilerek sınırları belirsiz geniş bir yetki ile satılacağı, devir işlemlerinin hangi amaçla ve hangi koşullarda yapılacağının belirtilmediği, yürütmeye temel kuralları konulmadan çerçevesi çizilmeden oldukça genel bir yetki verildiği, belirsizliğin, toplumun yararları ve ülke güvenliği açısından sakıncalar taşıdığı, diğer taraftan tescil dışı alanların tescile konu edilerek kamunun ve yurttaşın kadimden beri ortak kullandığı alanların yapılaşmaya açıldığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 6., 7., 8., 11. ve 123. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
a- Birinci Cümle
6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava konusu kuralın birinci cümlesi Anayasa’nın 127. maddesi yönünden de incelenmiştir.
Dava konusu kuralın birinci cümlesiyle, “Hazine dışındaki kamu idarelerinin mülkiyetinde bulunan taşınmazlar”ın, Kanun’un amaçları çerçevesinde kullanılmak üzere maliki olan kamu idarelerinin görüşü alınıp Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla Bakanlığa tahsis edilerek tasarrufuna bırakılacağı veya Bakanlığın talebi üzerine TOKİ’ye ve idareye bedelsiz olarak devredileceği kurala bağlanmıştır.
5018 sayılı Kanun’un 45. maddesinin birinci fıkrasına göre, “Hazine dışındaki kamu idarelerinin mülkiyetinde bulunan taşınmazlar”, genel bütçe kapsamı dışındaki kamu idarelerine ait taşınmazlardır. Bunlar ilgili kamu idaresinin tüzel kişiliği adına tapu sicilinde tescil olunurlar. Genel bütçe dışındaki idarelerin başında “mahallî idareler” gelmektedir. Genel bütçe dışındaki diğer kamu idareleri olan “özel bütçeli idareler”, “düzenleyici ve denetleyici kurumlar” ve “sosyal güvenlik kurumları” ise anılan Kanun’a bağlı (II), (III) ve (IV) sayılı cetvellerde tek tek gösterilmiştir.
Anayasa’nın 123. maddesinde, idarenin kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğu ve kanunla düzenleneceği öngörüldükten sonra, idarenin kuruluş ve görevlerinin, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayandığı hükme bağlanarak, kamu tüzel kişiliğinin, ancak kanunla veya kanunun açıkça verdiği yetkiye dayanılarak kurulacağı belirtilmiştir. İdarenin kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğu ilkesiyle, idarenin yerine getirdiği çeşitli görevlerle bu görevleri yerine getiren kurumlar arasında birlik sağlanması ve idari yapı içinde yer alan kurumların bir bütünlük içerisinde çalışması öngörülmüştür.
İdarenin bütünlüğü, tekil devlet modelinin yönetim alanındaki temel ilkesidir. Bu ilke, idari işlev gören ayrı hukuksal statülere bağlı değişik kuruluşların bir bütün oluşturduğunu anlatmaktadır.
Anayasa’da mahallî idarelere idari ve mali özerklik tanınmış olmasına karşın merkezi yönetime, yerinden yönetim kuruluşlarını denetleme yetkisi verilmiş ve bu yetki idari vesayet olarak somutlaştırılmıştır.
Anayasa’nın 127. maddesinin beşinci fıkrasına göre idari vesayet; merkezî idarenin, mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde sahip olduğu yetkidir. Belirtilen yetki, hukuka uygunluk denetiminin yanında yerindelik denetimini içerir şekilde düzenlenebilir. Vesayet makamınca, işlemler üzerinde iptal, onama, erteleme, izin, tekrar görüşülmesini isteme, düzeltme gibi çeşitli denetim usulleri uygulanmaktadır.
Anayasa’da merkezî idare- mahallî idare ayrımının yapılması, mahallî idarelerin organlarının seçimle göreve gelmesinin öngörülmesi, seçimlerinin süreli olması, kararlarını kendi organları eliyle alması ve uygulatması, kendilerine özgü bütçelerinin bulunması gibi yetki ve ayrıcalıklar tanınmış olması, bu idarelerin özerkliklerinin somutlaşmış hâlidir. Nitekim Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında da, Anayasa’nın 127. maddesi uyarınca mahallî idarelerin idari ve mali özerkliklerinin bulunduğu vurgulanmıştır. İdari özerklik icrai karar alma yetkisini de içermektedir. Merkezî idarenin bu kuruluşlar üzerindeki vesayet yetkisi yerindelik ve hukukilik denetimleriyle sınırlı olup vesayet, yerinden yönetim kuruluşları yerine geçerek icrai karar alma yetkisini içermez.
Genel olarak mahallî idareler dâhil Hazine dışındaki kamu idarelerine ait taşınmazların devir ve tahsislerinin nasıl yapılacağı 5018 sayılı Kanun’da düzenlenmiştir. Anılan Kanun’un 47. maddesinin ikinci fıkrasında, söz konusu taşınmazları tahsis etmeye ve tahsisini kaldırmaya, maliki kamu idaresi; 46. maddesinin birinci fıkrasında ise genel bütçe kapsamı dışındaki kamu idarelerinin her türlü taşınır ve taşınmazlarını elden çıkarmaya, özel kanunlarında belirtilen organları yetkili kılınmıştır.
Dava konusu kuralın birinci cümlesiyle anılan idarelerin taşınmazlarının tahsis ve devri usulünde değişiklik yapılmış, bu işlemlerin taşınmazın maliki olan kamu idareleri yerine Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu tarafından yapılacağı, taşınmazların maliki olan kamu idarelerinin anılan işlemlerden önce görüşlerinin alınacağı kurala bağlanmıştır. Ancak burada ilgili idarenin “uygun görüşü” değil, sadece “görüşü”nün alınacağı öngörülmüş olduğundan, idarenin aksi görüşüne rağmen o idarenin mülkiyetinde bulunan taşınmazların mülkiyetinin devri söz konusu olabilecektir.
Kuralın birinci cümlesiyle, mahallî idarelerin herhangi bir kararına veya uygun görüşüne bağlı olmaksızın taşınmazlarının bedelsiz olarak devrinin öngörülmesi, Anayasa’nın 127. maddesinde yer alan mahallî idarelerin özerkliği ilkesi ile bağdaşmamaktadır.
Diğer taraftan dava konusu kuralın birinci cümlesi uyarınca taşınmazlarının devredilmesine imkân tanınan genel bütçe dışındaki idareler arasında “mahallî idareler” haricinde “özel bütçeli idareler”, “düzenleyici ve denetleyici kurumlar” ve “sosyal güvenlik kurumları” da bulunmaktadır. Anılan kurumların özel yasaları dikkate alındığında, bunların çoğunun kamu tüzel kişiliği ile idari ve mali özerkliğe sahip hizmet yerinden yönetim kuruluşları olduğu anlaşılmaktadır.
Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında ifade edildiği üzere, Anayasa’nın 127. maddesi, hizmet yerinden yönetim kuruluşlarını kapsamamaktadır. Hizmet yerinden yönetim kuruluşları, Anayasa’nın 123. maddesine dayanılarak kamu tüzel kişiliği biçiminde kurulmaktadır. Kamu tüzel kişiliğini haiz olunması, idari ve mali özekliğe sahip olmayı zorunlu kılmaktadır. Zira tüzel kişilik, özünde, merkezî idareden bağımsız karar alabilmeyi gerektirmektedir. Ancak Anayasa’da, yer yerinden yönetim kuruluşları olan mahallî idarelerden farklı olarak hizmet yerinden yönetim kuruluşlarının idari ve mali özerkliğinin ölçüsüyle ilgili herhangi bir hükme yer verilmemiştir. Bu nedenle, hizmet yerinden yönetim kuruluşlarına tanınacak özerkliğin derecesinin tayin edilmesi kanun koyucunun takdirindedir.
Bununla birlikte, bir kurumun özel kanununda idari ve mali özerkliğe sahip olduğu kurala bağlanmış ve buna uygun olarak kendisine kimi kamu hizmetlerini yapma görevi verilmiş olmasına rağmen, başka bir kanunla bu idari ve mali özerklikle bağdaşmayacak, o kurumun görev alanına girmeyen bir kamu hizmetini yerine getirmek amacıyla taşınmaz mallarının hiçbir sınırlama olmaksızın, kamu hizmetine fiilen tahsis edilip edilmediğine bakılmaksızın, idarenin kararı ve uygun görüşü aranmaksızın, bedelsiz olarak başka kurum ve kuruluşlara devrine imkân tanınması kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde aksamaya neden olabilecektir. Bu durum, Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan ve idarenin yerine getirdiği çeşitli görevlerle bu görevleri yerine getiren kurumlar arasında birlik sağlanmasını ve idari yapı içinde yer alan kurumların bir bütünlük içerisinde ahenkle çalışmasını gerektiren idarenin kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğu ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kuralın birinci cümlesi Anayasa’nın 123. ve 127. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
Burhan ÜSTÜN, Hicabi DURSUN, Celal Mümtaz AKINCI, Erdal TERCAN, Muammer TOPAL, Zühtü ARSLAN ile M. Emin KUZ bu görüşe katılmamışlardır.
Kural, Anayasa’nın 123. ve 127. maddelerine aykırı görülerek iptal edildiğinden, ayrıca Anayasa’nın 2., 5. ve 7. maddeleri yönünden incelenmesine gerek görülmemiştir.
Kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 6., 8. ve 11. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
b- İkinci Cümle
Dava konusu kuralın ikinci cümlesiyle, Kanun’a göre uygulamada bulunulan alanlarda yer alan “tescil dışı alanlar”ın, tapuda Hazine adına tescil edildikten sonra Bakanlığa tahsis edilerek tasarrufuna bırakılacağı veya Bakanlığın talebi üzerine TOKİ’ye ve idareye bedelsiz olarak devredileceği kurala bağlanmıştır.
Kanun’da, tescil dışı alanlar tarif edilmemiştir. Bununla birlikte, 3402 sayılı Kanun’un 16. maddesi dikkate alındığında, bu alanların, yol, meydan, köprü gibi orta malları ile Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kayalar, tepeler, dağlar gibi tarıma elverişli olmayan sahipsiz yerler olduğu anlaşılmaktadır. Tescil dışı bu alanlardan sadece Kanun’a göre uygulamada bulunulan riskli alan ve rezerv yapı alanlarında bulunanlar kural kapsamındadır.
Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında belirtildiği üzere, tescil dışı bırakılan alanlar, “kamu mülkiyeti” altında olup Devlet, bu alanlar üzerinde kamu yararını gözetmek ve Anayasa’daki ilkeleri dikkate almak kaydıyla üstün yetkilerini kullanarak istediği hukuki düzeni kurabilir.
Anayasa’nın 5. ve 56. maddesinde Devlete yüklenen ödevler dikkate alındığında, afet riski altındaki alanlarda bulunan yerleşim merkezlerinin bulundukları yerlerde (riskli alan) dönüştürülmesi veya başka yerlere (rezerv yapı alanı) nakledilmelerinde ve bu amaçla anılan yerlerde bulunan tescil dışı alanlardan yararlanılmasında kamu yararı amacıyla düzenleme yapıldığı açıktır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kuralın ikinci cümlesi Anayasa’nın 2. maddesine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 5., 6., 7., 8., 11. ve 123. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
4- (6) Numaralı Fıkra
Dava dilekçesinde, kuralda yer alan “Bakanlıkça ihtiyaç duyulan” ibaresinin Bakanlığa muğlak bir takdir yetkisi vererek tüm mera varlığını tehdit ettiği, yürütme organına temel ilkeler belirlenmeden sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisi tanındığı, meraların sınırsız biçimde yapılaşmaya açılmasının kolaylaştırıldığı, meraların nasıl kullanılacağı belirtilmediğinden tüm meraların riskli yapı bahanesi ile Hazine adına tescil edilip kullanılabileceği, 4342 sayılı Kanun uyarınca tahsis amacı değiştirilmedikçe mera, yaylak ve kışlaklardan anılan Kanun’da gösterilenden başka şekilde yararlanılamayacağı, üzerinde yapılaşma olmayan ve bu yönüyle afet açısından herhangi bir risk taşıma olasılığı bulunmayan mera alanlarının devrini ve satışını kolaylaştıran düzenleme ile ülkemiz hayvancılığının ve korunması gereken doğal değerlerin ağır darbe almasının önünün açıldığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 6., 7., 8., 11. ve 123. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava konusu kural Anayasa’nın 45. maddesi yönünden de incelenmiştir.
Dava konusu kuralla, 4342 sayılı Kanun kapsamında olup riskli alanlarda ve riskli yapılarda yaşayanların nakledilmesi için Bakanlıkça ihtiyaç duyulan taşınmazların, aynı Kanun’un 14. maddesinin birinci fıkrasının (g) bendindeki alanlardan sayılarak, tahsis amaçları aynı maddeye göre değiştirilip tapuda Hazine adına tescil edileceği, bu taşınmazlar hakkında 6306 sayılı Kanun’a göre uygulamada bulunulacağı hükme bağlanmıştır.
Anayasa’nın”Tarım, hayvancılık ve bu üretim dallarında çalışanların korunması” başlıklı 45. maddesinde,”Devlet tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek …için gereken tedbirleri alır.” hükmüne yer verilmiş; maddenin gerekçesinde ise “Madde, Devlete tarım arazilerinin ve çayırlarla meraların amaç dışı kullanılmasını önleme görevini yüklemektedir. Bu ifadeyle amaçlanan tarım arazilerinin endüstri ve şehirleşme sebebiyle yok edilmesinin önlenmesidir. Devlet, bu amaçla yasal düzenleme yapmalıdır.” denilmiştir. Dolayısıyla çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasının ve tahribinin önlenmesinin Devlete bir görev olarak yüklendiği açıktır. Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında belirtildiği üzere, bu görevin yerine getirilmesi için gerekli tedbirlerin türü ile uygulanma yöntemi kanun koyucunun takdirine bırakılmıştır.
Diğer taraftan Anayasa’nın 5. maddesinde, “Devletin temel amaç ve görevleri, … kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; … insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” denilmiştir. Anayasa’nın 56. maddesinde ise herkesin, “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı”na sahip olduğu belirtilmiş; çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevleri arasında sayılmıştır.
Kanun koyucu, 4342 sayılı Kanunla, Anayasa’nın 45. maddesinde belirtilen yerlere ilişkin korumanın nasıl sağlanacağını düzenlemiştir. Bu kapsamda anılan Kanun’un 14. maddesinde, mera, yaylak ve kışlaklardan Kanun’da gösterilenden başka şekilde yararlanılamayacağı kurala bağlanmıştır. Bununla birlikte korumanın, bu yerlerin “tahsis amacı değiştirilmedikçe” sağlanacağı belirtilmiş, tahsis amacının hangi durumlarda değiştirilerek Hazine adına tescilin sağlanacağına ilişkin istisnalara yer verilmiştir. Bu durumlardan biri de “doğal afet bölgelerinde yerleşim yeri için ihtiyaç duyulması”dır. Böylelikle kanun koyucunun, bir yandan Anayasa’nın 45. maddesinde yer alan çayır ve meraları koruma görevini yerine getirmek üzere yasal tedbirleri aldığı, diğer yandan Anayasa’nın 5. maddesinde yer alan insanın maddi ve manevi varlığının geliştirilmesi ile 56. maddesinde yer alan sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı çerçevesinde Devlete yüklenen ödevleri dikkate alarak doğal afet bölgelerinde yerleşim yeri için ihtiyaç duyulması hâlinde meraların tahsis amacının değiştirilebileceğini öngördüğü, Devletin anayasal görevleri arasında denge kurmaya çalıştığı anlaşılmaktadır.
Dava konusu kuralla, 4342 sayılı Kanun’un 14. maddesinin birinci fıkrasının (g) bendindeki istisnaya paralel olarak “riskli alanlarda ve riskli yapılarda yaşayanların nakledilmesi için” anılan Kanun kapsamındaki yerlerden yararlanılmasını düzenlemektedir. Dolayısıyla, Devletin anayasal görevleri arasındaki kurulmaya çalışılan denge, dava konusu kural yönünden de geçerlidir.
Kuralla, riskli alanlarda ve riskli yapılarda yaşayanların nakledilmesi için ihtiyaç duyulan 4342 sayılı Kanun kapsamındaki yerlerin doğrudan Hazine adına tesciline ve bunlar üzerinde 6306 sayılı Kanun’a göre uygulamada bulunulmasına imkân tanınmamış, öncelikle anılan yerlerin tahsis amacının değiştirilmesi işleminin yapılması öngörülmüştür. Kuralda, 4342 sayılı Kanun kapsamındaki taşınmazlardan ihtiyaç duyulanların, “4342 sayılı Kanun’un 14. maddesinin birinci fıkrasının (g) bendindeki alanlardan sayılması”, tahsis amaçlarının “aynı maddeye göre değiştirilmesi” düzenlendiğinden, anılan taşınmazların tahsis amaçlarının değiştirilmesi sırasında 4342 sayılı Kanun’un 14. maddesinde öngörülen usulün uygulanması gerekecektir.
Kural uyarınca riskli alanlarda ve riskli yapılarda yaşayanların nakledilmesi için 4342 sayılı Kanun kapsamında olan taşınmazlara ihtiyaç olup olmadığını “Bakanlık” takdir edecek olmakla birlikte Bakanlığın bu takdir yetkisi sınırsız değildir. Her şeyden önce Bakanlık, takdir yetkisini, “riskli alanlarda ve riskli yapılarda yaşayanların nakledilmesi” amacıyla kullanabilecektir.
Diğer taraftan Kanun’un genel gerekçesi dikkate alındığında, afet riski altındaki alanlarda bulunan yerleşim merkezlerinin öncelikle bulundukları yerlerde (riskli alan) dönüştürülmeleri, jeolojik durumu ve zemin özellikleri itibariyle iskânın tehlike arz etmesi hâlinde bu yerleşim merkezlerinin başka yerlere (rezerv yapı alanı) nakledilmesi söz konusu olabilecektir. Kural, riskli alanlarda ve riskli yapılarda yaşayanların nakledilmesi için 4342 sayılı Kanun kapsamındaki taşınmazlardan yararlanmaya izin verdiğinden, Bakanlık ancak bulundukları yerlerde dönüştürülmesi mümkün olmayan yerleşim merkezlerinin başka yerlere nakledilmesi zorunluluğunun ortaya çıkması hâlinde yetkisini kullanabilecektir.
Öte yandan rezerv yapı alanlarında bulunup da Kanun uyarınca yararlanılabilecek kamuya ait taşınmazlar 4342 sayılı Kanun kapsamındaki taşınmazlarla sınırlı olmayıp Hazinenin özel mülkiyetinde bulunan taşınmazlar ile tescil dışı bırakılan alanlar da bu kapsamdadır. 4342 sayılı Kanun kapsamındaki taşınmazlara ilişkin Anayasa’nın 45. maddesinde sağlanan özel koruma dikkate alındığında, Bakanlığın takdir yetkisini kullanırken öncelikle kamuya ait diğer taşınmazlarla ihtiyacın karşılanıp karşılanmayacağını değerlendirmesi gerekecektir.
Ayrıca, Bakanlık, tüm bu hususları dikkate alarak 4342 sayılı Kanun kapsamındaki taşınmazlara ihtiyaç bulunduğu sonucuna varsa bile, bu, anılan taşınmazların 6306 sayılı Kanun kapsamında kullanılabilmesi için yeterli olmayacak, 4342 sayılı Kanun’da öngörülen usul uygulanarak, orada belirtilen yetkili makamlar tarafından da aynı değerlendirme yapılıp taşınmazların tahsis amaçlarının değiştirilmesine karar verilmesi gerekecektir.
Kaldı ki bu süreç içerisinde yapılan idari işlemlere karşı yargı yolu açık olup belirtilen hususlar ilgili yargı mercileri tarafından da değerlendirilebilecektir.
Anayasa’nın 45. maddesi ile 5. ve 56. maddelerinde Devlete yüklenen ödevler arasında kurulmuş olan denge ve Bakanlığın takdir yetkisinin birçok yönden sınırlandırılmış olması hususları dikkate alındığında, 4342 sayılı Kanun kapsamındaki taşınmazlar bakımından sağlanan anayasal güvencenin zedelenmediği, kuralda belirsizlik bulunmadığı ve yürütme organına sınırları belirsiz asli bir düzenleme yetkisinin devredilmediği anlaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 5., 7. ve 45. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 6., 8., 11. ve 123. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
5- (7) Numaralı Fıkra
Dava dilekçesinde, riskli olmayan yapıların, “Bakanlıkça gerekli görülenler” şeklinde belirsiz bir ifadeyle kanun kapsamına dâhil edildiği, bunun hukuk güvenliğini tehlikeye düşürdüğü ve asli düzenleme yetkisinin yürütmeye devri niteliğinde olduğu, risk taşımayan yapıların Bakanlığın belirleyeceği sınırlar içinde kalmaları durumunda, uygulama bütünlüğü gerekçesiyle yıkılabileceği, bunun risk taşımayan yapılarda oturan kişilerin barınma haklarını ve konut dokunulmazlığını ortadan kaldıracağı, mülkiyet hakkına müdahalelerde kamu menfaati ile bireyin temel hakları arasındaki adil dengenin sağlanması gerektiği, Türkiye Cumhuriyetinin Ek 1 no’lu Protokol’ün 1. maddesindeki mülkiyet hakkına ilişkin korumayı taahhüt ettiği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 6., 7., 8., 11., 13., 35., 90. ve 123. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralla, Kanun’un uygulanması için belirlenen alanların sınırları içinde olup “riskli yapılar dışında kalan diğer yapılar”dan uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli görülenlerin de Kanun hükümlerine tabi olacağı düzenlenmiştir.
Kanun’un 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendindeki riskli yapı tanımı dikkate alındığında, riskli yapılar dışındaki yapıların, ekonomik ömrünü tamamlamamış, yıkılma veya ağır hasar görme riski taşımayan yapılar olduğu anlaşılmaktadır.
Kuralda, anılan nitelikteki yapıların da “bu (6306 sayılı) Kanun hükümlerine tabi” olacağı belirtilmiştir. Kanun’un amacı 1. maddede, bu amaç doğrultusunda yapılacak uygulamalar ise 3., 4., 5. ve 6. maddelerde düzenlenmiştir. Kanun’un 3. maddesinde riskli yapıların tespiti ve kamuya ait taşınmazların tahsis ve devri kurala bağlandığından, anılan maddenin bu nitelikte olmayan dava konusu kural kapsamındaki taşınmazlara uygulanma imkânı bulunmamaktadır. Dolayısıyla riskli olmayan yapılar hakkında, Kanun’un 4., 5., ve 6. maddeleri uyarınca uygulama yapılacaktır. Anılan maddeler içinde, imar kısıtlamaları, yapının tahliyesi ve yıkılması, taşınmazın kamulaştırması gibi mülkiyet hakkını sınırlandırdığı açık olan düzenlemeler bulunmaktadır.
Kanun’un genel amacı afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemedir. Dava konusu kural ise bu genel amaç doğrultusunda yapılacak uygulamalarda “uygulama bütünlüğü”nü sağlamak için getirilmiştir. Bunda meşru bir kamu yararı olduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır.
Bununla birlikte kanunla getirilen bu sınırlamanın, kamu yararı amacı taşıması dışında, kamunun yararı ile bireylerin temel hakları arasında kurulması gereken adil dengeyi bozmaması, ölçülü olması da gerekir. Dava konusu kuralla, “riskli olmayan yapılar” hakkında yapılacak uygulamalara ilişkin özel bir düzenleme öngörülmemiş, riskli yapılara ilişkin kurallara atıf yapılmıştır. Ancak anılan kurallar, yapıların riskli olması dikkate alınarak düzenlenmiş, kamu yararı ile bireylerin hakları arasında buna uygun denge oluşturulmaya çalışılmıştır. Menfaatler dengesi bu şekilde oluşturulan kuralların riskli olmayan yapılara uygulanması, Anayasa’nın 13. maddesinde temel hakların sınırlandırılmasının ölçütleri arasında yer verilen “ölçülülük” ilkesine aykırılık oluşturmakta ve kamu yararı ile riskli olmayan yapı sahiplerinin hakları arasında kurulması gereken dengeyi bozmaktadır.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kural, Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
Kural, Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırı bulunarak iptal edildiğinden, ayrıca Anayasa’nın 5., 7. ve 123. maddeleri yönünden incelenmesine gerek görülmemiştir.
Kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 6., 8., 11. ve 90. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
C- Kanun’un 4. Maddesinin İncelenmesi
1- (1) Numaralı Fıkra
Dava dilekçesinde, kuralın sosyal devlet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmadığı, bireylerin barınma ve mülkiyet haklarını yok saydığı, imar ve yapılaşma faaliyetini durdurma yetkisinin süresinin belli olmadığı, belirsizliğin hukuk güvenliğini tehlikeye düşürdüğü, yürütmeye asli düzenleme yetkisinin devredildiği, belediyelerin devre dışı bırakıldığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 6., 7., 8., 11., 13., 35., 56., 57., 123. ve 125. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralla, Bakanlık veya uygulamayı yürütmesi hâlinde TOKİ veya idarenin, riskli alanlarda, riskli yapıların bulunduğu taşınmazlarda ve rezerv yapı alanlarında Kanun kapsamındaki proje ve uygulamalar süresince her türlü imar ve yapılaşma işlemlerini geçici olarak durdurabileceği hükme bağlanmıştır.
Mülkiyet hakkına müdahaleden, diğer bir ifadeyle bu hakkın sınırlandırılmasından söz edilebilmesi için, mutlaka bireylerin mülkiyetlerinden tamamen yoksun bırakılmaları gerekmez. Mülkiyet hakkı, kişiye sahibi olduğu şey üzerinde “kullanma”, “yararlanma” ve “tasarruf” yetkileri veren bir haklar demetidir. Bireylerin, taşınmazları üzerinde yapı yapabilmeleri de, onların mülkiyet hakkından doğan bu yetkileri kapsamındadır. Dava konusu kural, bireylere ait taşınmaz mallar üzerindeki imar ve yapılaşma işlemlerinin durdurulmasını düzenlediğinden, bireylerin mülkiyet haklarının sınırlandırıldığında kuşku bulunmamaktadır. Nitekim, madde gerekçesinde de, dava konusu kuralla taşınmaz mülkiyetine kısıtlamalar getirildiği açıkça ifade edilmiştir.
Kanun’un genel ve madde gerekçeleri ile amacı birlikte değerlendirildiğinde, Kanunla nihai olarak afet riski altındaki yerleşim merkezlerinin bulundukları yerlerde dönüştürülmeleri, mümkün olmazsa başka yerlere nakledilmelerinin hedeflendiği, dava konusu kuralla, belirli bir proje dâhilinde bütünlüklü olarak yürütülmesi gereken bu uygulamalar sırasında projeye aykırı yapılaşma yapılmasını engellemek için geçici olarak uygulamaya konu alanlarda ve riskli yapıların bulunduğu taşınmazlarda imar ve yapılaşma işlemlerinin geçici olarak durdurulduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir amacın, “kamu yararı” taşıdığı açıktır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de (AİHM), şehir planlarının uygulanması bakımından inşaat yasağı konulmasında kamu yararı bulunduğunu kabul etmektedir (ELIA S.r.l./İtalya, 1.8.2001, B. No: 37710/97, § 77).
Bununla birlikte kuralın kamu yararı amacı taşıması, Anayasa’ya uygunluk bakımından yeterli olmayıp kuralla getirilen sınırlamanın ölçüsüz olmaması, ulaşılmak istenen kamu yararı ile bireyin mülkiyet hakkı arasında adil bir dengeyi bozmaması da gerekir.
Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında, uzun süren imar yasaklarının ölçüsüz olduğu ve mülkiyet hakkını ihlal ettiği sonucuna varılmıştır. AİHM içtihatlarında da, birey üzerine aşırı yük yüklenip yüklenmediği, bunun sonucu olarak kamu yararı ile bireyin mülkiyet hakkı arasında adil dengenin sağlanıp sağlanmadığı incelenirken, imar yasaklarının uzun süre devam etmesi ve yasağın süresinin belirsiz olması dikkate alınan hususlar arasında yer almaktadır (Sporrong ve Lönnroth/İsveç, 23.10.1982, B. No:7151/75, § 73-74; ELIA S.r.l./İtalya, § 82, 83).
Kuralda, imar ve yapılaşma yasağının, “Kanun kapsamındaki proje ve uygulamalar süresince” devam edeceği belirtilmiştir. Bununla birlikte, Kanun’da, Kanun kapsamındaki proje ve uygulamaların azami süresini gösteren bir kurala yer verilmemiştir. Dolayısıyla, kural uyarınca uygulanacak imar yasağının süresinin öngörülebilir azami üst sınırı bulunmamaktadır. Bireyin üzerine aşırı yük yüklenmesine neden olabilecek bu durum, Anayasa’nın 13. maddesinde temel hakların sınırlandırılmasının ölçütleri arasında yer verilen “ölçülülük” ilkesine aykırılık oluşturabilecek ve böylece kamu yararı ile bireyin yararı arasında kurulması gereken dengeyi bozabilecek niteliktedir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
Hicabi DURSUN, bu görüşe katılmamıştır.
Kural, Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırı bulunarak iptal edildiğinden, ayrıca Anayasa’nın 5., 7. ve 123. maddeleri yönünden incelenmesine gerek görülmemiştir.
Kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 6., 8., 11., 56., 57. ve 125. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
2- (2) Numaralı Fıkra
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralın, sosyal devlet ve hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı, yurttaşların barınma ve mülkiyet haklarını yok saydığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 6., 7., 8., 11., 13., 35., 56., 57., 123. ve 125. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralla, Kanun’un 3. maddenin (3) numaralı fıkrasında belirtilen taşınmazların, tahsis ve devir işlemleri sonuçlandırılıncaya kadar Maliye Bakanlığınca satılamayacağı, kiraya verilemeyeceği, tahsis edilemeyeceği, ön izne veya irtifak hakkına konu edilemeyeceği hükme bağlanmıştır.
Kanun’un 3. maddesinin (3) numaralı fıkrasında belirtilen taşınmazlar, riskli alanlarda ve rezerv yapı alanlarında olup Hazinenin özel mülkiyetinde bulunan ve talep üzerine Bakanlığa tahsis edilecek veya TOKİ’ye ve idareye bedelsiz olarak devredilecek taşınmazlardır. Dolayısıyla dilekçede belirtildiğinin aksine dava konusu kuralın bireylerin mülkiyet hakkıyla ilgisi bulunmadığı gibi kamuya ait taşınmazlar yönünden getirilen tasarruf sınırlamalarının, sosyal devlet ve hukuk devleti ilkelerini zedeleyecek bir yönü de bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kuralın Anayasa’nın 2. ve 5. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 6., 7., 8., 11., 13., 35, 56., 57., 123. ve 125. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
3- (3) Numaralı Fıkra
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralla, bireylerin barınma ve mülkiyet haklarının yok sayıldığı, kuralda yer alan riskli alanlardaki yapılara verilen hizmetlerin durdurulmasının, barınma sorununun çözümüyle desteklenmediği sürece sosyal devlet ilkesine aykırı olacağı, bu tür yapılarda yaşamak zorunda kalan yoksul kesimler açısından önemli sağlık ve güvenlik sorunlarının ortaya çıkmasına neden olacağı, barınma hakkının en temel insan haklarından biri olduğu, kuralla belediyelerin devre dışı bırakıldığı, Bakanlık ya da TOKİ tarafından yürütülecek projeler kapsamında yapılacak uygulamaların belediyeler ile proje alanında taşınmazı bulunan vatandaşlar arasında önemli sorunların yaşanmasına neden olabileceği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 6., 7., 8., 11., 13., 35., 56., 57., 123. ve 125. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava konusu kural Anayasa’nın 127. maddesi yönünden de incelenmiştir.
Dava konusu kuralla, uygulama sırasında Bakanlık, TOKİ veya idare tarafından talep edilmesi hâlinde, hak sahiplerinin de görüşü alınarak, riskli alanlardaki yapılar ile riskli yapılara elektrik, su ve doğal gaz verilmeyeceği ve verilen hizmetlerin kurum ve kuruluşlar tarafından durdurulacağı hükme bağlanmıştır.
Günümüz koşullarında elektrik, su ve doğal gaz gibi hizmetlerin verilmediği bir yapıyı kullanmak oldukça güçleşecektir. Dolayısıyla dava konusu kural, bireylerin mülkiyet hakkına bir sınırlandırma getirmektedir.
Dava konusu kurala ilişkin madde gerekçesinde, “öngörülen maksadın gerçekleştirilmesini temin için” sınırlamanın getirildiği ifade edilmiştir. Kanun’un 1. maddesinde, Kanun’un amacının afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenileme olduğu ifade edilmiştir. Kanun’un bu amacını gerçekleştirmesi öngörülen uygulamalar ise 3., 4., 5. ve 6. maddelerde düzenlenmiştir. Bu kapsamda ilk önce riskli yapıların tespiti, daha sonra bunlar üzerindeki tasarrufların kısıtlanması, bunların tahliyesi ve yıkımı ile diğer uygulama işlemleri yapılacaktır. Belirtilen hususlar dikkate alındığında, dava konusu kuralla getirilen sınırlamanın amacının, uygulamaları devam ettirebilmek için riskli yapıların tahliye edilmesi konusunda bireylerin zorlanması olduğu anlaşılmaktadır. Kanunla öngörülen afet riski altındaki alanların yeniden yapılandırılması nihai amacına ulaşılabilmesi için, böyle bir sınırlama öngörülmesinde kamu yararı bulunmaktadır.
Bununla birlikte kamu yararı amacının bulunması Anayasa’ya uygunluk için yeterli olmayıp sınırlamanın ölçüsüz olmaması da gerekir. Uygulamanın “tahliye ve yıkım” aşamasında, kendi iradeleriyle yapıyı terk etmeyen bireylerin, zor kullanma yerine elektrik, su ve doğal gaz hizmetleri verilmeyerek tahliyeye zorlanmaları makul görülebilir. Ancak anılan hizmetlerin verilmesinin durdurulmasından önce bireylerin yeni bir barınma yeri temin edebilmeleri ve kendi iradeleriyle yapıyı tahliye etmeleri için bilgilendirilmiş olmaları ve kendilerine bunları yapabilmeleri için yeterli imkânın tanınmış olması gerekir.